İngiltere’nin ayrılık lehinde karar almasından sonra AB’nin çökmekte olduğu üzerine pek çok yorum yapılıyor. Bu sonuca özellikle havuz medyası çok sevindi. Türkiye’nin AB’ye girmesi zaten yılan hikayesi gibiydi. Son gelişmelerle birlikte “artık girmesek de olur.”, düşüncesinin ağırlık kazanması çok doğal hale geldi. Hükümet yeni kurulduğunda zaten Avrupa Birliği Bakanı Ömer Çelik “AB yegane seçenek değil” açıklamasını yapmıştı. Bakan, başka hangi seçeneklerin olduğunu açıklamasa da ortada pek fazla seçenek yoktur.
Erdoğan başbakan iken biraz da şaka yollu Putin’e “bizi de Şangay Beşlisi’ne alın” demişti, şimdi o yol kapandığına göre geriye “yegane seçenek” Suudi ve körfez ülkeleriyle işbirliği kalıyor. Bugün zaten fiilen yaşanmakta olan da budur. Ancak Türkiye finans kapitali neredeyse bütün gövdesiyle Batı dünyasına bağlıdır. Dolayısıyla köklü bir dönüş ülkenin hem ekonomisi hem de politikasında büyük sıkıntılar yaratır.
Siyasal İslam rant ekonomisiyle kendini büyütse de, Ortadoğu pazarının ne ölçüde istikrarlı olduğunun en iyi kanıtı 1991 Körfez Savaşı’ndan beri bölgede yaşananlardır. Bölgede bu zaman aralığında Ankara’nın yılları yeni pazarlar kazanıp sonra kaybetmekle geçti. Gidişin daha iyi olacağına dair hiçbir işaret görünmüyor.
AKP, rantı ekonomisiyle orta vade için hiçbir plan yapmadan körlemeden gidiyor. Geleceğe dair daha büyük rant devşirmekle ilgili planları var, ancak üretim teknolojisini geliştirme ve rekabet gücü kazanmakla ilgili hiçbir hazırlığı yoktur. Bunun eninde sonunda tıkanma yaratacağını bilmemeleri mümkün değildir, ancak rant körleşmesinden de kurtulamıyorlar.
Öyleyse AB’nin krizine siyasal İslam neden bu kadar çok seviniyor? AB yükümlülüklerinden kurtulacakları ve özellikle hukukun keyfileştirilmesinde önlerinde bir engel kalmayacağı için seviniyorlar. AB’nin krizi Saray’ın diktatörlüğe gidişinin önündeki kimi engellerin ortan kalkması sonucunu doğurabilir.
Liberallerin bu gidiş karşısında “demokrasi sorunu ne olacak?” telaşına kapılmaları olasıdır. 1999 yılında Ecevit’in Helsinki’de Avrupa Birliği fotoğrafının içinde yer alması Türkiye’de neredeyse Tanzimat Fermanı ölçüsünde bir demokrasi beklentisi yaratmıştı. Üstelik AKP’nin iktidar olduğunda “üstünlerin hukuku değil hukukun üstünlüğü” söylemi beklentileri daha da arttırmıştı. Bu beklentilerin “yetmez ama evet” noktasına kadar vardığı biliniyor.
Şimdi AB bir çekim gücü olmaktan çıkıyorsa, Saray’ın artan zulmü karşısında demokrasi sorunu ne olacaktır? Bu soru yersiz değildir. Çünkü bu topraklarda “demokrasi” hep dışarından beklenmiştir. Ülkenin kendi iç dinamikleriyle bir türlü demokrasiye ulaşılamamıştır. İç dinamiklerle demokrasiye doğru gidişin en yoğun yaşandığı dönem 1960-80 arasıdır. Ardından askeri darbe bu gidişi engellemiştir. O tarihten bugüne tabloda önemli bir değişim olmamıştır. 1999 Helsinki fotoğrafına ya da AKP’nin ilk yıllarındaki söylemine bağlanan umutlar bugün yerini kabusa bırakmıştır.
Ancak bu tablonun içinde 2013’de başlayan çözüm süreci ve 7 Haziran seçim sonuçlarının çok özel bir yeri vardır. Tünelin ucunda barış ve demokrasinin göründüğü bu yıllar, demokrasi açısından kısır ve batak olan topraklarda yeni bir umut yaratmıştı. Elbette bu ülkede hiçbir zaman Batı’dan demokrasi beklentisi bitmemiştir. Eğer son gelişmeler bu beklentiye bir darbe vurduysa, bu tek başına kötü bir şey değildir.
Ülkenin kendi demokrasi güçleriyle yola çıkmak için elimizde iki dayanak noktası vardır. Kürt Özgürlük Hareketi’nin uzun ve kararlı mücadelesi ve Gezi isyanı, demokrasi yolunda yürümenin umut ve dayanma noktalarıdır.
AB’nin çöküş yoluna girmesi, aslında siyasal İslam’ın sevincini kursağında bırakmak için önemli fırsatlar yaratabilir. Boş beklentilerden uzak gerçek demokrasi güçlerini saflaştırmak ve mücadeleyi yükseltmek için tarihsel bir döneme neden girilmesin?
[button link=”http://www.sodap.org/mehmet-yilmazer-tum-yazilari/” align=”right” font_style=”italic” icon=”momizat-icon-pencil” icon_color=”#ffff00″]Yazarın tüm yazıları..[/button]