Mehmet Akyol yoldaşın vasiyeti “Barıştan vazgeçmeyin, savaşı kabullenmeyin!” oldu. Ömrünü işçi sınıfı mücadelesine adayan, dokunduğu her insan ve kurumda sosyalizm ve insanlık adına umut yaratan Akyol, bizi kendisinden mahrum bırakırken omuzlarımıza büyük bir sorumluluk da yükleyerek gitti.
Bugün 10 Ekim. Türkiye siyasi tarihinin en büyük siyasi katliamı. Açık bir devlet-IŞİD işbirliği ürünü olmasına rağmen kokteyl terör örgütüne ihale edilen, açtığı derin yaralar ülkenin dört bir yanında hala kanayan o lanet günün üzerinden 1 yıl geçti. Alana gelmek için bombanın patlamasını bekleyen polislerin sıktığı gazı da, ölenlerin arkasından sırıtarak pişkince açıklama yapan bakanları da, Goebbels’i mezarından diriltecek kokteyl terör örgütü uydurmasını da ölülerimizi tribünlerde yuhalayanları da, “kurunun yanında yaş da yandı” diyen spikeri de insanlığımızdan unutarak hatırlamaya devam edeceğiz.
Rejim krizine 7 Haziran’da HDP aracılığıyla halkçı-demokratik çözüm seçeneğiyle müdahale etme olanağını yaratmamıza düzenin tüm yarasalarının birleşerek ürettikleri bir vahşi yanıt idi 10 Ekim. Egemenlerin alttakilerin yarattığı değişim tehdidine karşı ürettikleri öfke en büyük katliamların temel gerekçesidir. 25 bin ile 60 bin arasında Parisli Komün’ün öcünü almak için öldürüldüğünde bakın bir Amerikan gazetesi, NY Herald ne manşet atmış: “Bizim önerimiz duruşmasız yargılamalara ve yargısız infazlara son verilmemesidir… Fransa’yı kurtaracaksanız köklerini kazıyın, onları tamamen yok edin Bay Thisers.” Thiers de Herald da unutuldu gitti, Komün insanlığın umut fenerlerinde biri olmaya hala devam ediyor.
Dün Şemdinli’deki saldırı sonrasında HDP’nin yaptığı açıklama aslında bütün bu kabustan uyanmak için bizim taraftan başka kimsenin elinde bir reçete bulunmadığı bir kez daha ortaya çıktı. Partisinden gençlerin de hayatını kaybettiği bir katliamın yıldönümüne bile sahip çıkmaktan aciz bir CHP Genel Başkanı karşısında HDP Eşbaşkanlarının yarın sabah yasaklanan anmaya katılacaklarını açıklamaları da çok önemli. HDP’yi yalnızlaştıran, sudan gerekçelerle köşe bucak uzaklaşma çabasına girişen, CHP çağırınca koşa koşa giden solcular ellerindeki tek barış, demokrasi, laiklik ve güvence olanağını ne adına harcama ısrarında olduklarını bu olayda bile görmeyecekler mi? 101 insanımız da güçlü bir birleşmenin gerekçesi olamayacaksa en çok kendimize haksızlık yapıyoruz demektir.
***
45 yıl önce 11 Ekim’de kaybettiğimiz Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın düşünsel mirasının en önemli özgünlüğü nedir? Hiç kuşku yok ki üstyapı kurumları üzerine yaptığı çalışmalardan kaynaklanmaktadır bu özgünlük. Marksizm çok uzun süre bir altyapı-üstyapı ikiliği içinde anlaşıldığı ve altyapı da, üstyapının ne olacağının belirlendiği zemin olduğu için kestirmeden altyapıya bakmak daha ağırlıklı bir eğilim olmuştur. Kıvılcımlı’nın TKP içinde iken yazdığı YOL etüdü bu açıdan mülkiyet ilişkilerinin ve sosyal sınıfların incelendiği bir altyapı çalışmasıdır. Aslında giriş metni olarak Lenin’in “Rusya’da Kapitalizmin Gelişmesi” çalışmasına tekabül eder.
Ancak 1920’li yıllardan sonra Marksizm düşüncesi içinde yeni bir damar açılır. Üstyapının aslında altyapıdaki olgunlaşamaya rağmen devrimi engelleyebilme kapasitesinin ortaya çıkması hatta sınıf hareketinin geri çekilmesi sonrasında ezilenlerin geniş kesimlerinin faşizme ya da sosyal demokrasiye destek verir bir noktaya gelmesi ortaya çok önemli bir sorun çıkarmıştı. Altyapıdaki olgunlaşmaya rağmen devrim neden gerçekleşmiyordu? Gramsci, bu noktaya bakınca egemen sınıfların sivil toplumun içinde kendilerini korumak amacıyla yarattıkları hendekleri gördü ve sivil toplumun kendisini Marx’ın hilafına bir üstyapı kurumu olarak düşünmeyi önerdi. Hatta bazı limit durumlarda devlet ile sivil toplumun neredeyse özdeş hale gelebildiğini iddia etme noktasına geldi. Batı toplumlarında devletler çeşitli araçlarla kendilerine ezilen sınıflar içinde destek noktaları yaratmayı başarmışlardı. Doğu’daki açık baskıcı devlet/ egemen sınıflar ve ezilenler ikiliği Batı’da, devletin sivil topluma artan nüfuzu ve sınıf hareketinin bir pasif devrim aracılığıyla düzenin kanatları altına alınması sonrasında farklı bir karakter kazanmaktaydı. Dolayısıyla altyapıdaki olgunlaşma artık dönüşümün kendisini açıklama kapasitesini kaybetmişti. Devrim artık üstyapının devrimi engelleyemeyecek bir biçime dönüştürülmesini gerektiren bir müdahaleye gereksinim duymaktaydı. Hegemonya sorunu aslında düzenin ezilen kesimleri örgütleme kapasitesini geliştirmesi, rıza üretmeyi giderek daha da arttırmaya başlamasının ortaya çıkardığı bir sorundu. Ezilenler artık düzenin hegemonya kurma çabaları karşısında her gün yeniden devrim için örgütlenmek zorunda idiler.
Üstyapı meselesi bu kadar önem kazanınca halkın sağduyusu, gündelik düşünme biçimleri, tarihsel miras, kültür, din vs. gibi meselelerin ne kadar önemli sonuçlar doğurabileceği günyüzüne çıkmaya başladı. Din ve muhafazakarlık, egemenler açısından önemli bir rıza üretme aracı haline dönüşmekteydiler. Özellikle 2. Dünya Savaşı sonrasında Soğuk Savaş’ın da etkisiyle din çevre ülkelerde giderek daha merkezi bir yönetme aracı haline gelmeye başladı. Bugün siyasal İslam’ın Ortadoğu’nun gerçek anlamda baş belası haline gelmesi kesinlikle doğal bir durum olarak algılanamaz. Bu sonuç, ABD merkezli emperyalist sistemin Ortadoğu diktatörlükler ile birlikte solu yalıtma projesinin ürettiği bir toplumsal dönüşümün sonucudur. Yukarıdan modernleşme projelerinin yarattığı toplumsal gerilimler, sol tarafından egemenlere karşı mücadelenin bir cephesi haline gelebilir miydi? Sol kendisini modernleştirici diktatörlerin gölgesinden daha belirgin bir biçimde kurtarabilip bu arada daha bağımsız bir tutum alabilir miydi? Ali Şeriati çizgisi İslam’ı ezilenlerin mücadelesinin bir aracı haline mi getirmeyi hedefliyordu yoksa muhalif çizginin İslamileşmesini mi? Sonuç olarak din eksenli gerilimin sol tarafından çözülememesi dinin karşı devrimci cephenin en önemli cephanesi haline gelmesini sağladı. Kıvılcımlı, dinin kategorik olarak karşı devrimci cephenin gıdası olmak zorunda olmadığını düşünüyordu. Fakat dinin devrimci bir çıkışı besleyecek bir araç haline gelebilmesi ancak devrimci öncünün müdahalesi ile gerçekleşebilirdi. Ama bugün daha açık bir biçimde görülüyor ki bu müdahale önce ABD merkezli soğuk savaş karargahından geldi, şimdi işleri çoğu zaman onları da aşan boyutlara doğru ilerliyor.
Kıvılcımlı’nın din, Osmanlı, tarih tezi, Ortadoğu üzerine uzun uzun düşünmüş ve yazmış olmasının anlamı bugünden bakıldığında daha da belirginli kazanmıyor mu? Tarihin nesneleri olarak düşünülen olgular açılan Pandora’nın kutusundan saçılarak neredeyse bütün bir gençliğin düşünsel mimarisinin temel gıdaları haline getirilmeye çalışılıyorlar. Cumhuriyet’in çözülmesi, Kürtlerle savaş, Erdoğan’ın diktatörlük hayalleri ve İslamileşme dalgasının çakışması giderek kendisine yeni bir zihinsel gerçeklik inşa etmeye çalışıyor.
Üstyapıdaki çelişkiler altyapıdaki çelişkilerin ezilenler lehine çözülmesini sağlayacak bir karşı hegemonya projesinin parçası haline getirilemezlerse alt sınıfların parçalanmasının ve egemen sınıfların hegemonya projesine eklemlenmenin gerekçesi haline geliyor. Kıvılcımlı buraya önemli bir teorik yığınak yaptığı için de en azından Türkiye devrimci hareketi nezdinde eşsiz olarak kalmaya devam ediyor.
[button link=”http://www.sodap.org/m-sinan-mert-tum-yazilari/” align=”right” font_style=”italic” icon=”momizat-icon-pencil” icon_color=”#ffff00″]Yazarın tüm yazıları..[/button]