Akan Kanın Sorumlusu Kim?
M. Sinan MERT
21 Haziran 2010
Savaş yeniden şiddetlendi. Böyle olması zaten bir süredir bekleniyordu. Emekçi çocuklarının kırıldığı, neredeyse 30 yıldır kah şiddetlenen, kah barış umutlarıyla ara verilen ama hep devam eden savaş her tarafta acılar yaratarak hükmünü sürdürüyor.
Günün en anlamlı yorumunu BDP Grup Başkanvekili Bengi Yıldız yapmış. “Bu acılardan hepimiz sorumluyuz, hiç kimse sorumluluktan kaçamaz.” Evet, bu acılardan hepimiz sorumluyuz.
En başta AKP. Yalan balonları üzerine kurulu açılımını eline yüzüne bulaştırdığı için sorumlu bu kandan. “Analar artık ağlamasın” diye başlatılan bir politikayı sinsice Kürtlerin siyasi iradesinin tasfiyesine taşımaya çalıştığı için. Sözüm ona demokratikleşme içeren anayasa değişikliğine Kürtlerin tek bir talebini eklemediği için. Bir tek seçim barajı ile ilgili bir maddenin pakete eklenmesi bugün çok farklı bir noktada olmamıza yol açabilirdi. Kürtlerin barış hevesleri daha kaç defa kursaklarında bırakılacak? Yükseltilen beklentilerin altında tamamen bambaşka hedeflerin olduğu ortaya çıkınca AKP’ye tüm güçleriyle yüklenmeye başladılar. Bu dönemin AKP açısından çok sıkıntılı geçeceği aşikardır.
“OHAL yeniden ilan edilsin, asalım, keselim” diye ortaya dökülen Bahçeli’nin MHP’si bu kanın en büyük sorumlusudur. Siyasi muarızlarını ancak savaşın kızışması ile sıkıştırabileceklerini bildikleri için ortamın gerilmesi için ellerinden gelen her şeyi yaptılar. Kürtlerin varlıklarını kabul ettirme ve kimlikleriyle barışık bir siyasi rejim yaratma kavgalarını en çok tetikleyen onların taş devri ırkçılığıdır. Hala Kürtçeyi bir dil olarak bile kabul etmeme taraftarıdırlar. 80 öncesinde devrimcilere, 80 sonrasında Kürtlere düşmanlıklarıyla kendilerini var ettiler. “Tek dil, tek bayrak”diye diye toplumu paramparça hale getirmenin yollarını ördüler.
Kılıçdaroğlu’nun CHP’si de yaşananlarla ilgili farklı bir sözü olmadığını tüm açıklığı ile ortaya koyuverdi. Mesele “terörle mücadele” meselesidir. Öymen’in Kılıçdaroğlu’nun ikna etmesi için çok uzun zaman geçmesi gerekmedi. Dersim katliamının gölgesinde büyüyen aile büyükleri kendisine bu terörle mücadelenin ne mene bir şey olduğunu rahatlıkla anlatabilirler.
Tabi düzen partilerinin kendi rollerini oynadıkları açıktır. Bunlar akan kandan beslenir. MHP AKP’yi PKK ile ittifak içinde göstermeye çalıştı. Geçen hafta da Başbakan, Anayasa değişikliğine karşı çıkanları bir cephede gösterip MHP ile PKK’yi aynı zeminde tanımladı. Düzen partileri yarattıkları düşmanlar üzerinden kendilerini meşrulaştırmaya çalışırlar.
Bu arada not edilmesi gereken bir nokta da düzen içi gerilimlerin şimdilik buzdolabına kaldırılacağına dair işaretlerdir. Balyoz operasyonu tutuklularının serbest bırakılması düzen güçlerinin ortak düşmana karşı cephelerini güçlendirme girişimi olarak okunabilir.
Burada esas mesele Türkiye sosyalist hareketinin barışın gerçekleşebilmesi için neyi ne kadar becerdiğidir. Eğri oturayım doğru konuşalım, bu konuda barış için, halkların kardeşliği için en samimi çabayı harcayan bizim cenahtır. Her ne kadar sosyalist hareket içindeki kimi çevreler Kürt hareketi karşıtlığından ekmek yemeye çalıştıysa da hareketin ana gövdesi Kürt halkının taleplerine sahip çıkmıştır. Fakat işçi sınıfının kurtuluş mücadelesi yeterince yükseltilemediği, düzenden kopuş başarılamadığı için Kürtlerin özgürlük mücadelesine yeterli katkı sağlanamamıştır. Kimi özneler solun zayıflığı ile Kürt hareketinin varlığı arasında bağ kurma gayretlerinden de geri durmamışlardır. Bunlara göre Kürtler özgürlükleri için mücadele ettiği için milliyetçilik yükselmekte, sol güçlenememektedir. Oysa şurası açık ki Kürtlerin ortak bir irade ekseninde düzenden kopuşmuş olması devrimci atmosferi besleyen bir durumdur. Fakat sınıf hareketin bir türlü böylesi bir politikleşme noktasına sıçrayamaması devrimci hareketin krizi ile ilgili bir durumdur. Bizim suçumuz, yeterince güçlenememektir. Sınıf düzenden kopuşacak bir noktaya sıçratamamaktır. Bu sorundan dolayı Kürt sorununun çözümü çok daha büyük acılar yaşanarak kangrenleşen bir duruma dönüşüyor. Fakat bu dönemin geçici bir süreç olduğunu, Kürt sorununun çözümsüzlüğünün artık taşınamaz bir noktaya geldiğini, dolayısıyla çok büyük acılar sonrasında çözüm ikliminin yeniden gelişeceğini öngörebiliriz. Devrimcilerin siyasi manzara da rol alamaması Kürtlerin trajedi ile kurtuluş arasında salınmasına yol açtığını söyleyebiliriz.
Başbakan’ın Zapsu diye şimdilerde pek ortalıkta gözükmeyen bir danışmanı vardı. Fındık tüccarı. Bu adam Amerika’da neo-conlara Erdoğan’ı pazarlama çalışırken “bu adamı çukura süpürmeyin, onu kullanın” demişti. Günahı boynuna, kimin kimi ne kadar kullandığını gören gözler görüyor. Fakat şimdi Erdoğan’ın açtığı “taşeron” bahsi bana bu konuşmayı hatırlattı.
Bizim eksiğimiz her durumda barış iradesinin kendisini net bir biçimde ifade edememesi. Siyonist İsrail’de bile Mavi Marmara meselesinde bile sokaklarda Gazze’ye ambargonun kaldırılmasını isteyen gösteriler yapıldı. Doğrudan insanların vicdanını seslenen, Kürtlerin talepleri karşılanmadan teslim olmayacaklarını anlatabilen, bu savaşın yarattığı acıların hep alttakileri vurduğunu söyleme yeteneği gösteren bir barış hareketi yaratabilirsek eğer bu dönemin üzerimize yükleyeceği yoğun basıncın altından kalkabiliriz.