Mehmet YILMAZER
17 Mayıs 2008
68 Gençlik ve İşçi hareketlerinin üzerinden kırk yıl geçti. 1 Mayıs’ın gaz bombaları ve büyük polis yığınağı altında “kutlandığı” günümüzde, medyada 68 Hareketi ve özellikle Deniz Gezmişler üzerine epeyce şey söylendi. “Darağacındaki üç fidan” bugün medya tarafından yeniden yorumlanıyor. Bu yorumların nasıl olduğu üzerine fazla bir söz söylemeye gerek yok! Kapitalizm böyledir. Dün, büyük bir kinle yok ettiğini başka bir zaman aralığında kendi rengine boyayarak “güncelleştirir”. Ancak medyanın muazzam gücüne kanarak bunu başarabileceğine inanmak yanılgı olur. Her dönemin, o günlerin doğrudan etkin güçlerinin üzerinde bir de ruhu vardır. 68 hareketinin üzerinde kırk yıl geçti, aynı zamanda küreselleşme soygununun üzerinde de neredeyse bir yirmi yıl!
12 Eylül darbesinden bu yana genç kuşaklar büyük bir gayretle apolitikleştirildi. Politika diye post-modernizmi tanıdılar. “An’ı yaşamak” uzun süredir en tutulan parola… Tarihi ve geleceği bir kenara bırakarak yaşamak sanki mümkünmüş gibi…Tarihten ve gelecekten kopup An’ı yaşadığını sananlar, bugünlerde küreselleşmenin geleceklerini belirlediğini ister istemez kavrıyorlar. Küreselleşme, önceleri bilgisayar ekranlarından parıltılı ve çekici görünmüştü. Bu parıltılar yıllar aktıkça kayboluyor.
Bugünkü genç kuşak yeni ve şiddetli bir ekonomik krizin içinden geçmek zorunda. Aynı zamanda dünyada ve elbette Türkiye’de uzun süredir ilk kez açlıktan söz edildiğini duyuyor. Türkiye politik ortamı yine toz duman! Böyle zamanlarda insanlar kaçınılmaz bir biçimde tarihe dönerler. 68 Hareketinin kırkıncı yılı, dünya ve Türkiye’de politik düğümlenmelerin iyice yoğunlaştığı bir zamana denk düştü.
Küreselleşme, sunulduğunun aksine insanlığın geleceğini kararttıkça An’ı yaşamanın tadı gittikçe daha fazla kaçıyor. Gelecek belirsizleşip, karardıkça insanlar, özellikle genç kuşaklar “tarihte neler olduğuna” daha fazla ilgi duyuyorlar. Yakın tarihe bakıldığında ise, uzun, gri ve kara renkli 12 Eylül dönemi büyük bir zaman aralığını kapsıyor. İnsanlığın geleceğine hala ilgi duyanların, yaşanan toz duman arasından çıkış arama davranışı gösterenlerin, yakın tarihe baktıklarında 68 Hareketinin parıltılarıyla buluşmamaları imkânsızdır. Bu tarihte, en meşru kitle eylemleri karşısında “komünizm bu kış geliyor” paranoyasıyla düzenin ezici davranışları, derin devletin büyük provokasyonları vardır. Ancak bütün bunların içinde doğallığı ve saflığıyla, “daha güzel bir gelecek için” kendini tasasız ve hesapsız bu güzel geleceğe adayan bir kuşak da vardır.
68 Kuşağı, gelecek kavgasıyla ilk buluştuğu günlerde bütün iyi niyetiyle “27 Mayıs anayasasının uygulanmasını” istemişti. Ancak onu “ilga etmekten” idam edildiler ve katledildiler. 12 Mart darbecileri bu anayasayı “lüks” bulmuşlardı; 12 Eylül ise bu anayasayı toptan” ilga” etti. Bu gerçeklik, “Türkiye’nin Düzeni”nin nasıl yaman çelişkiler üzerinde yaşadığını gösterir.
68 Kuşağı büyük bedeller ödedi. Parıltılı medya bu bedelleri ısrarla o dönemler “şiddet” kullanılmasına, hatta moda deyimiyle “teröre” bağlamaya çalışıyor. O döneme sırf bu noktadan bakmak hem gerçekleri çarpıtmak, ancak esas önemlisi 68 kuşağının esas ruhunu karartmak anlamına gelir.
68 Hareketinin söyleminden, yaptığı pek çok teorik-siyasi tartışmanın içinden onun ruhunu kavramaya yöneldiğinizde bazı değerler öne çıkar. Askeri darbelerin ve bugünün medyasının hedef aldığı bu değerlerdir.
İlki, 68 Hareketinin “öncü” davranma gözü-pekliğidir. Bu davranış, o dönem yaratılan teorik metinlerin, stratejilerin içine fazlasıyla yansımıştır. Dönem gerçeklerine denk düşmeyen teorik ve stratejik tespitler eleştirilebilir. Ancak bu eleştiriler, öncü davranıştan pişmanlıklara kadar derinleştiğinde, sonuçları bilinç karartıcı olur. 12 Eylül’ün bütün gayreti bu öncü davranışı pişmanlığa dönüştürme yönünde olmadı mı? Bu öylesine büyük bir baskı ve propagandayla yapıldı ki, sonraki kuşaklara hemen herkes hep bir ağızdan “aman öne çıkma” öğütleri verdiler. Ve bir kuşağın büyük değer taşıyan değeri böylece kırıldı.
İkincisi, yüzyılların geleneği olan her şeyi devletten bekleme ve “böyle gelmiş böyle gider” kaderciliğine bir başkaldırı olmasıdır. 68 Kuşağı bu yola çıkarken, kendi ülke tarihine baktığında böyle bir başkaldırıyı kurtuluş savaşı yıllarında görmesi ne rastlantıdır, ne de yanlıştır. Ancak dönem-insanlık sosyalizme aktığı için- bu mirasın aşılmasını gerektiriyordu. 68 Hareketi bunu yapmaya kalkıştığında düzenin ezici saldırılarıyla kaçınılmaz bir şekilde yüz yüze geldi. Bilindiği gibi Türkiye egemenleri bile insanların “tevekkül” sınırına zaman zaman şaşar durur. Elbette onların bu gelenekten bir şikâyetleri olamaz. 68 Hareketi yüzyılların bu boyun eğici geleneğinden bir kopma çığlığı oldu. Böyle tarihsel kopuşlar devrimler tarihinde büyük önem taşır. 68 Hareketi bu kopuşun kıvılcımını yaktı, ardından bu kıvılcım bir toplumsal aleve dönüştü. Ancak 12 Eylül bu yangını, küllerini bile ortada bırakmadan söndürmeye girişti.
Üçüncüsü, en genel deyimiyle “daha güzel bir geleceğe” inançtır. Ve bu inanç uğruna kendini feda etme yüksek gönüllüğüdür. Bu inancı sadece, dönemin kıpırtılı dünyasına bağlamak hata olur. Bu yaklaşım sessiz görünen ortamlardan ilk doğuşlarıaçıklayamaz. Dünya devrimler tarihinde böyle sessizlikleri yırtan pek çok doğuşlar olmuştur. Bugünün post-modern dünyasının gel-geç sözde değerleri kimseyi yanıltmasın. İnsanlık, toplumsal olarak yaşamaya başladığından beri ve yaşam hep ileriye aktığı için, geleceği düşlemek ve o yolda davranmak toplumsal-politik insanın doğasındadır. Bu çoğu zaman yavaş kıpırtılı evrimsel gidişlerle olur. Evrimsel gidişlerin tıkanmaya başladığı momentlerde ise devrimci sıçrayışlar kaçınılmazlaşır.
Türkiye’de 12 Eylül faşizmi sonrası ve dünya ölçüsünde ise 80’li yılların sonunda sosyalizmin yıkılışıyla egemenler büyük sevinçle “ideolojiler öldü” çığlığını attılar. Artık geleceği tasarlama ve kurma tekeli de sadece kendilerine kalmıştı. Sadece sermaye ve metalar alanında değil, düşünce alanında da tekel kurarak, insanları geleceksiz bırakarak, kendileri “yeni bir dünya düzeni” kurmaya giriştiler. Geniş kitlelere de, “öne çıkmanın”, “gelecek projeleri uğruna mücadele etmenin” boşunalığını anlatıp, an’ı yaşamayı tek değer haline getirmeye soyundular. Ancak, bu, esasında insanlığın yitirilmesi anlamına gelen bir çağrıydı. Günler aktıkça, “yeni dünya düzeni” yer yuvarlağının her yanına yayıldıkça tüketim mallarının binbir renkli çekiciliğiyle örtülen bu gerçeklik, artık su yüzüne çıkmaya başlıyor. 68 Hareketi kendini geleceği kurmaya çağrılı gördü. Böyle tarihsel anlar sık yaşanmaz. Evrimsel gidişteki tıkanmalar toplum denizinde bataklık durgunluğunun kokularını yaygınlaştırdığında ortaya çıkarlar. 68 kuşağı büyük bedeller ödedi. Ancak insanlık tarihi açısından olaya baktığımızda şanslı bir kuşaktır. Tarihsel bir çağrının canlı aktörleri olabilmek güzeldir.
68 Hareketinin üzerinden kırk yıl geçti. Bütün ödenen bedellere rağmen Dünya ve Türkiye onların düşlediği kadar güzel değil. Üstelik her yandan akıl hocaları “artık düş kurmayın!” buyuruyorlar. Ancak boşuna!
İnsanlık zaman zaman çok düşkün noktalara gerilemiştir. Fakat her şey gibi bunun da bir doyma ve taşma haddi vardır. Neredeyse çeyrek yüzyıllık bir aradan sonra, genç kuşaklar, bir dönem kendileri gibi genç olan bu insanların, daha güzel bir gelecek uğruna nasıl böylesine büyük bir inanç ve coşkuyla davrandıklarını anlamaya çalışıyorlar.