27 Mayıs: Bürokrasinin Rövanşı
Fikret KIZILTAN
3 Haziran 2010
27 Mayıs askeri darbesinin 50. yıldönümü ilginç tartışmalara vesile oldu. Liberaller 27 Mayıs’ı bütün kötülüklerin anası ve Menderes’i de demokrasi şehidi ilan ederken, ulusalcılar 27 Mayıs’ı ilerici bir müdahale ya da bir devrim olarak sahipleniyor.
27 Mayıs neydi? Elbette bir askeri darbeydi, iki kere iki dört. Ve yine elbette, 12 Mart ve 12 Eylül darbelerinden farklı bir karaktere de sahipti, bu yüzden farklı siyasal sonuçlar doğurdu.
27 Mayıs’ı doğru değerlendirmek için önce 1950 yılındaki iktidar değişimi hakkında doğru bir bakışa sahip olmak gerekir. DP’nin 1950 seçimlerini kazanarak CHP’nin 27 yıllık iktidarını devirmesi Kemalizm’den kopamayan solcuların iddia ettiği gibi bir karşı-devrim değildir. Ancak sol liberallerin iddia ettiği gibi demokrasinin zaferi falan da değildir. Egemenler içinde oluşan iki siyasi hizip arasındaki iktidar değişikliğidir. Zaten DP liderleri CHP’nin içinden çıkan insanlarıdır. DP ve CHP liderlerinin benzerlikleri farklılıklarından çok daha fazladır.
1950 yılında kadar “CHP + ordu = siyasi iktidar” formülü geçerliydi. Denklemdeki CHP sadece siyasetçileri değil aynı zamanda sivil bürokrasiyi de kapsıyordu. Ülkede kapitalizmin geliştirilmesi ve yerli burjuvazinin yaratılması temel amaç olmakla birlikte, sivil ve askeri bürokrasi yeni peydahlanan finans kapitalle uyum içinde bir egemenlik tesis etmişti. Bürokrasi bir bütün olarak sınıf refleksi ile davranıyordu (devlet sınıfı).
Çok partili rejime geçilmesinin ardından seçim oyununa dayalı bir iktidar yarışının başlaması, geniş halk kesimlerinin ister istemez siyasete daha fazla sokulması anlamına geliyordu. DP uyguladığı popülist politikalarla bunu CHP’den çok daha başarılı bir şekilde yaptı. Köylülerin ve işçilerin sempatisini kazandı. DP elbette işçi ve köylülerin çıkarlarının temsilcisi değildi, ama seçim yarışında onları mobilize eden bir partiydi. Nüfusun, dolayısıyla seçmenlerin büyük çoğunluğunu oluşturan köylüleri kazanmak için tarım sübvansiyonlarını yüksek tuttu. Tarım Mahsulleri Ofisi, bütçe açığı verme pahasına tarım ürünlerini yüksek fiyattan aldı. Borçlanma ve enflasyon arttı, ama DP bunu köylüye yansıtmadı. Dini değerlere ılımlı yaklaşım da bu popülist politikanın bir bileşeniydi. Sonuçta karşılığını oy olarak aldı.
Tek parti döneminde hem ekonomik hem de sosyal statü anlamında imtiyazlı bir konuma sahip olan sivil ve askeri bürokrasi, DP döneminde pozisyon kaybetmeye başladı. DP’nin plansız ve savurgan ekonomik harcamaları sadece bürokrasiyi değil sanayi burjuvazini de rahatsız etmeye başlamıştı.
DP 1957 seçimlerini kazansa da, oylarında kısmi bir gerileme olmuştu. Ekonominin gittikçe bozulduğu bu yıllarda DP, iktidarını güvenceye almak için muhalefet üzerinde siyasi baskıyı arttırmaya başladı. CHP’nin tek parti diktatörlüğünü hatırlatan faşizan uygulamalara başvurdu. Menderes’in demokrasi diye bir derdi yoktu. Sadece kendi iktidar tekelini kurmaya çalışıyordu.
Ancak bunu yapabilmek için siyasi iktidarın temel ayağı olan orduyu yanına çekmek zorundaydı. Menderes ordu yönetimine kendisine sadık isimleri getirmenin yeterli olacağını düşündü. Ancak bu önlem ordunun kontrolü için yeterli olmadı. Darbe ordunun alt tabakalarından geldi.
İnönü ve CHP’nin darbeyi doğrudan örgütlediğine dair bir kanıt yoktur, ancak cevaz verdikleri kesindir. ABD’nin de darbeyi önceden haber aldığını ve engellemeye çalışmadığını biliyoruz. Menderes’in ekonomik darboğazı aşmak için ABD’den istediği maddi desteği bulamayınca Sovyetler Birliği’nden bile kredi istemeye kalkması ABD’yi epey rahatsız etmişti.
Sonuçta CHP ve sivil bürokrasinin desteği ve ordunun filli öncülüğünde 27 Mayıs darbesi gerçekleşti. 27 Mayıs egemenlerin farklı hizipleri arasındaki iktidar mücadelesinin bir tezahürüydü. Egemenler arası çatışmalar bazen ezilenlerin de değerlendirebileceği imkânlar yaratır. İşte 27 Mayıs’ın “ilericiliği” daha doğrusu diğer darbelerden farkı böyle imkânları bolca yaratmış olmasındandır.
12 Mart ve 12 Eylül darbeleri doğrudan, yükselen sol hareketin önünü kesmek için yapılmışlardı. Bu iki darbe yükselen toplumsal mücadeleye egemenlerin cevabı idi. Bu yüzden siyaseten gerici karakterleri apaçıktır. 27 Mayıs ise egemenlerin kendi aralarındaki iktidar mücadelesinin sonucunda ortaya çıkmış ve bu kapışmanın siyasi ve hukuki sonuçlarının bir kısmı, onu gerçekleştirenlerin iradesinden bağımsız olarak, işçi sınıfı ve sosyalistler için bazı imkânlar yaratmıştır.
27 Mayıs darbesinden sonra profesörlerin hazırladığı anayasa Türkiye tarihinin en liberal anayasasıdır. Ancak aynı anayasa bürokratik vesayeti yasallaştırmanın da başlangıcını oluşturmuştur. Bu çelişik durum anayasasının hazırlanış mantığından kaynaklanmıştır.
1961 Anayasası’nı oluşturan iradenin asıl kaygısı seçimle işbaşına gelen iktidarın gücünü sınırlamaktı. 1950 seçimlerini kazanan DP, mecliste çoğunluğu sağlamış olmanın verdiği güçle keyfi uygulamalara gitmiş, muhalefete yaşam hakkı tanımamıştı. Aynı şeylerin yeniden yaşanmaması için anayasada başlıca iki önlem düşünülmüştü: Birincisi, kuvvetler ayrılığı ve kurumaların özerkliği prensibiyle hükümetin gücünü sınırlamak. Bu amaçla yargı bağımsızlığı, üniversite ve TRT özerkliği sağlandı. İkincisi ise; MGK ve senatonun oluşturulması yoluyla bürokratik vesayet rejimini yasallaştırmak. Senatoya sadece 35 yaşın üzerindeki üniversite mezunları aday olabiliyorlardı. Sadece bu örnek bile anayasanın bürokratik vesayetçi olduğu kadar seçkinci olduğunu da gösterir.
27 Mayıs’ı gerçekleştiren subayların siyasi bir programı yoktu. İçlerinde faşistler olduğu gibi ilerici-halkçı karakterde olanlar da vardı. Çoğunluğu ılımlı denilen CHP’ye yakın isimler oluşturuyordu. Kısa sürede İnönü ve Gürsel’in gayretiyle cunta içindeki radikal uçlar temizlendi. 1962 ve 1963 yıllarında 27 Mayıs’ın getirdiği rejimi halkçı bir çizgiye çekmeye çalışan iki darbe girişiminin bastırılıp önderlerinin idam edilmesinin ardından statüko yeniden sağlandı.
Sonuç olarak, devlet mekanizması içindeki bu çatışmaların oluşturduğu kırılgan siyasi ortamın ve güçlerin birbirleriyle ilişkilerini yeniden düzenlerken getirdikleri hukuksal çerçevenin ezilenlere yansıması, sosyal ve siyasal hakların genişlemesi oldu. Kağıt üzerindeki bu hakların fiiliyata geçebilmesini sağlayan ise, 1961’den sonra yükselen işçi harekeleridir. İşçi hareketinin, düzen içi güçlerin çatışmalarının arasından sıyrılıp yükseleceğini ne 27 Mayıs’ı gerçekleştirenler ne de anayasayı yapan profesörler hiç mi hiç hesaba katmamışlardı.
Herkes bulunduğu siyasi konumdan bir 27 Mayıs okuması yapıyor. Alt sınıflarının perspektifinden baktığımızda ise görünenler bunlar. 27 Mayıs’a bir de Kürtler ve azınlıklar açısından bakmak gerekir ki, bu, bu yazının sınırlarını aşar. Sadece şunu söylemekle yetinelim; 27 Mayıs’ın Kürt halkına karşı tutumu, onun 12 Mart ve 12 Eylül’e en benzeşen yönüdür.