Yükselen Gerilim
Mehmet YILMAZER
18 Mayıs 2014
Cumhurbaşkanlığı seçimleri yaklaştıkça çeşitli nedenlerle gerilim yükseliyor. Erdoğan mahalli seçimler sonrası Anayasa Mahkemesini hedef seçip o yoldan bildik gerilim politikasını devam ettiriyordu. Fakat Danıştay toplantısında kontrolünü kaybetti. Soma madenlerinde yaşanan katliam karşısında ise tümüyle zavallılaştı. Yuhalandı, arabası teklemendi, panik içinde markete sığındı. Açıklamalarıyla siyasal duruşunun ne ölçüde sığlaştığını tüm yönleriyle ortaya koydu.
Her şeye kendisine karşı komplo mantığıyla yaklaşan Erdoğan, Soma faciası karşısında “nerede hata var?” sorusuna cevap aramak yerine, “bu konu yine bize karşı kullanılacaktır” telaşıyla, “olur böyle şeyler, bu işin doğasında var” diyerek, iktidar zehrinin nasıl kılcal damarlarına kadar yayıldığını gösterdi. Elbette hak ettiği tepkiyi de gördü. Bütün bunlar cumhurbaşkanlığı seçimlerini ne kadar etkiler, bilemeyiz. Fakat Erdoğan seçildikten sonra neler olabileceğinin güçlü işaretleri her gün bir başka biçimde orta çıkıyor.
Bu ve önümüzdeki yıl özel bir öneme sahiptir. Elbette sadece seçimler nedeniyle değil! Bu yıllar cumhuriyetin ömrünü tamamlayan egemenlik sisteminin yeniden yapılanması yolunda en sancılı bir zaman aralığı olacaktır. Günler aktıkça yeniden yapılandırılacak egemenlik sisteminin özellikleri belirginleşiyor.
Yeni egemenlik sisteminin temel felsefesi sık sık Erdoğan tarafından vurgulanıyor. Bu felsefe: “sandık” ve “çoğunluk” kelimeleri ile özetlenebilir. Yani sandıktan kim çıkarsa iktidarını istediği gibi yürütebilir. Bu anlayışa bir kavram daha ilave edilmelidir, o da keyfiliktir. “Sandık, çoğunluk ve keyfilik” cumhuriyetin yeni egemenlik sisteminin temel özellikleri mi olacaktır? Yaşayıp göreceğiz.
Yönetimde keyfilik, cumhuriyet tarihi boyunca sistemin adeta ayrılmaz bir parçası olmuştur. Fakat bunun askeri vesayete son verme iddiasında olan ve hatta “ileri demokrasi” vaadinde bulunan AKP iktidarı tarafından en aşırı boyutlarda uygulanması tam bir paradokstur. Sonuç olarak, iktidardaki partiler değişse de, temel yönetim anlayışı keyfilik, değişmiyor.
Burjuva ölçüsünde bir demokratik düzen kurulabilmesi uzun ve açık sınıflar mücadelesi günlerini gerektirmiştir. Ancak böyle sınıflar karşılıklı güçlerini sınamış, bu anlamda birbirinin varoluş koşullarını bir siyasal belge, genellikle anayasa ile bir hükme bağlamışlardır. Bizde, açık bir sınıflar savaşı verilmediği gibi, “sınıfsız, imtiyazsız kitleyiz” anlayışı ile yola çıkılmış, Osmanlı geleneğinin devamı olarak devlet, hep kutsal ve dokunulmaz kalmıştır. Böyle bir sistemde hep bir yanda “devletin gerçek sahipleri” öte yandan onun kulları olmuştur. Bu devlet, egemenliğini sürdürebilmek için yarattığı “komünizm”, “irtica”, “bölücülük” korkuları üzerine keyfi bir sistem kurmuştur. Cumhuriyet, korkularla ve derin devletin keyfilikleriyle yönetilen bir düzen olmuştur. AKP iktidarı, bazen yanıltıcı beklentiler yaratsa da, egemenlik sisteminin bu özünde bir değişim gerçekleştirmemiştir. Özellikle “ustalık döneminde” keyfilik zirve yapmıştır.
Erdoğan ve AKP, cumhurbaşkanlığı seçiminden sonra gündeme “fiili başkanlık” sistemini dayatacak; daha sonra da seçim sistemi değişikliği ile sandık ve çoğunluk denklemini daha güvenli hale getirerek, vekil sayısını arttırıp hayalini kurdukları egemenlik sisteminin anayasasını kanunlaştıracaklardır. Bütün bu planların içinde ne “demokrasi” ne de “Kürt sorunu”nun çözümü gibi hedefler yoktur; siyasal islamın cumhuriyet tarihinde yakaladığı en büyük fırsatı anayasal bir sistem haline getirme hedefi ve telaşı vardır.
Erdoğan bağıra çağıra bu hedefe doğru ilerlerken önünde iki büyük açmaz duruyor. İlki, ülkenin yüzde 50’si bu gidişin karşısındadır. Elbette bu yüzde elli bir bütün olmadığı için davranışı her zaman sorunlu olacaktır. Bu da zaten iktidarın en büyük avantajıdır. Ancak sabırlar taşarsa eylemlerin gücü karşısında iktidar çok zorlanabilir.
AKP’nin yeni egemenlik sistemi planının içinde sermayenin önemli bir kesimi yoktur ya da sermaye bu plandan hoşnut değildir. Aslında bu alanda dişe diş, yakında çığırından çıkacak bir mücadele vardır. İktidar, ağırlıklı olarak inşaat ve emlak rantına dayalı ekonomik yapısını, sanayi ve uluslar arası ticaret seviyesine çıkartma şansına sahip değildir. Bu nedenle, büyük bir hırçınlık ve pervasızlıkla bu açığı kapatmak için kan teri döküyor. Fakat bunun yarattığı sonuç ayyuka çıkan yolsuzluklar ve ülke gündemine artık Soma ile yerleşen iş cinayetleridir. Bir dönem Tuzla ile gündeme gelen konu unutulmaya yüz tutmuşken ardından çok daha vahşi bir katliam geldi. İktidar destekli yeşil (veya artık kara da denebilir) sermayenin önemli bir bölümü kölece çalışma koşullarını ve iş katliamlarını “fıtrat” ve “kader” olarak gösterdikçe kendi kuyusunu kazıyor.
Öte yandan, iktidarın yeni egemenlik planı özellikle kentlerin orta tabakalarını da kapsamamaktadır. Muhalefetin “kıyılarda” kalması gerçeği, bir başka önemli gerçekliği örtmez. Kasaba politikacılığı ile bu ülkenin büyük kentlerindeki yüzde elli yönetilemez. Bunu en açık şekilde Gezi isyanı gösterdi. Bu isyanın etkisinin kaybolup gittiğini düşünenler bu ülkede siyaset yaparken büyük yanılgılara düşmeleri kaçınılmazdır.
Erdoğan’ın sık sık sandık ve çoğunluk vurgusu yapıp, önüne geleni azarlamasının altında çok önemli bir siyasal gerçeklik yatmaktadır. AKP ve iktidarı artık siyasette moral üstünlüğünü kaybetmiştir. AKP iktidarı ilk iki döneminde askeri vesayete karşı davranırken, içleri boş çıksa da yeni oldukları için etki yaratan Kürt sorununda yapılan açılımlar ve muhalefetin çürümüş “irtica geliyor” saçmalıklarına karşı mazlum, itilen kakılan rolünü iyi oynayarak önemli bir moral üstünlüğe sahipti. AKP, “ustalık” dönemine bu moral üstünlüğünde önemli bir yıpranmayla girdi. Bu irtifa kaybı hızlanarak devam ediyor. Mahalli seçimleri kazanmasına rağmen eski moral üstünlüğü kazanamayan Erdoğan ve Partisi bu nedenle keyfilik ve gerilim politikası üretmekten öteye bir şey yapamıyor.
Bu gerçeklikten dolayı iktidar istediği kadar sandık ve çoğunluk vurgusu yapsın, yeni egemenlik sisteminin inşası bu ülkenin yüzde ellisinin gözünde meşruiyet kazanmayacaktır. Bu AKP’nin yürüdüğü yolda ilk büyük açmazıdır.
İkinci açmaz, süründürülen Kürt Sorunudur. Hep bir başka seçim sonrasına ertelenen Kürt sorunu, aslında tüm ülke için demokrasi sorunudur. AKP’nin bu konuda oyalama, sürekli bir beklenti yaratmaktan öteye bir politikası olmadığı yeterince ortaya çıkmıştır. Açılımlardan hiçbir gerçek adım çıkmamıştır. Başkanlık sistemi ve yeni anayasa yolunda yürüyen AKP, Kürt sorununda beklenti yaratmaktan öteye bir adım atmadığı takdirde hedeflediği egemenlik sistemine ulaşmak için yürüyeceği yol mayın tarlasına dönüşebilir.
Bu iki açmaz belli ölçülerde çözümlenmeden de AKP seçim kazanabilir ancak iktidar olamaz.
Yakın gelecekte yaşanacak sancılı siyasal süreçte elbette sadece AKP açmazlara sahip değildir, genel olarak muhalefet ve devrimci demokrasi güçleri, Kürt Özgürlük Hareketinin de önemli açmazları vardır. CHP ve MHP’nin açmazlarını kendilerine bırakalım. Kendi açmazlarımıza daha yakından bakma zamanı çoktan gelmiştir.
Kürt Özgürlük Hareketi, AKP ile sözde bir çözüm sürecine girdiği için ülke çapında politik taktik üretirken “süreç” onu sürekli sınırlıyor. AKP iktidardan olursa geriye CHP ve MHP koalisyonu olasılığı kalır. Bu siyasal güçlerin Kürt sorununa yaklaşımı bellidir. Buradan bir “umut” yoktur. Kürt Özgürlük Hareketinin bu düşüncesine hak vermemek mümkün değildir. Fakat bu yaklaşım iki tespitle desteklenmezse Kürt hareketini taktik olarak sürekli sınırlar. İlki, AKP’nin çözüm konusunda gerçekten oyalamaktan ve Demirel’in “bireysel haklar” mantığından öteye geçen bir ufku var mıdır? Kesinlikle yoktur. Dolayısıyla Kürt Özgürlük Hareketi tüm politik ortama her an AKP ile çözüm yolundan vazgeçebileceğini güçlü bir şekilde iletmelidir. Bu bir felaket olmaz, Kürt Özgürlük Hareketinin ufkunun ve davranışlarının genişlemesi anlamına gelir. İkinci tespit, bu ülkede hangi parti iktidara gelirse gelsin, artık Kürt Sorununu bugünkü seviyesinden daha geri noktalarda ele alamaz. Buna gücü yetmez. Sorunu daha ileri götürmek kaçınılmaz bir şekilde her iktidarın kaçınamayacağı gündemi olacaktır. Bu tespit Başbuğ’un genelkurmay başkanlığında sorunun sadece silahla çözülemeyeceği ordu tarafından ilan edildiğinden beri geçerlidir. Gezi isyanından sonra ise bu tespitin zemini çok daha güçlenmiştir.
Kürt Özgürlük Hareketi son günlerde yaptığı bazı açıklamalarla “AKP kıskacı”ndan çıktığının bazı işaretlerini verse de, vurgu hala oldukça güçsüzdür.
Genel olarak Türkiye Devrimci Hareketinin de yıllardır kurtulamadığı bir kıskacı vardır. Bu da “CHP kıskacı”dır. Her kritik momentte “nasıl olursa olsun AKP gitsin” yaklaşımıyla CHP kıskacında kalınmıştır. Bunun en son örneği “artık yetmedi mi bu aynı tuzağa düşmekten” dedirten mahalli seçimlerdir. Uzun uzun kazara AKP gitse, nasıl bir CHP iktidarı olabileceği üzerine konuşmanın anlamı yoktur. Son seçimlerde Gezi isyanının ruhu, “ruhuna el Fatiha” dedirtecek ölçüde CHP ve Sarıgül mezarlığına gömülmek istenmiştir. Çıkış her seferinde bu oyunu tekrarlamakta değildir. Kürt Özgürlük Hareketi ve Türkiye Devrimci Hareketinin ittifakının güçlendirilmesi çok farklı umutları yeşertecektir. Mahalli seçimlerde HDP, oyunu çarpıcı bir şekilde arttırsaydı bu iktidar getirmese de, her seferinde Solu umutsuzluğa iten CHP kıskacının kırılmasından dolayı herkes çok daha taze ve temiz bir politik gelişmenin enerjisini taşıyor olacaktı.
Önümüzdeki kritik günlerde devrimci hareket “CHP kıskacını” kırdığı ölçüde güçlenecektir. Bu aynı zamanda Kürt Özgürlük Hareketiyle buluşma zeminini güçlendirecektir.
AKP’nin yeniden yapılandırmaya çalıştığı cumhuriyetin yeni egemenlik sistemene Halkların talepleri doğrultusunda müdahale edebilmenin yolu AKP ve CHP kıskacından kurtulmaktan geçiyor.