Yoksulun Yolu (2)
Mehmet AKYOL
21 Ekim 2009
Doğa, kapitalizme daha doğuşundan beri gelişmesi için adeta en uygun olanakları sundu. Üretim için gerekli hammaddeler doğada adeta hazır duruyordu. Demir yerinden alınıp üretimde kullanılmayı bekliyordu. Çarkı döndürecek enerji‚ kömür, daha sonra petrol desen gene öyle. Üretilen malın satılacağı pazar, fethedilmeyi bekleyen tüm dünya idi. Tarımdan kopan devasa yığınlar fabrika önlerinde işgücü olarak kuyruk olmuşlardı. Ortaçağ karanlığını yırtan Rönesans, kapitalizme gereken tekniklerin kapısını sonuna kadar aralamıştı.
Ancak, bu altın çağın sınırları 20. yüzyılın başında görülmeye başladı. Tüm dünya tek bir kapitalist pazara dönüştü, artık fethedilecek pazar kalmamıştı. Hemen pazar paylaşım savaşları gündeme geldi. İkinci paylaşım savaşı sonunda ise kapitalist anayurtlarda insan gücü sıkıntısı ortaya çıktı, üçüncü dünyadan insan gücü ithal edilmeye başlandı. Kapitalizm, 89’da rakibinin duvarlarının yıkılmasından sonra tam zaferini ilan edecekken, hem ucuz hammadde, hem de ucuz enerji kaynaklarının tükenmekte olduğunu gördü. Elinde kala kala teknik kalmıştı.
1969’da bu sistemin seçkinleri tarafından kurulan “Club of Rom,” 1971 yılında yayınlanan ve epey ses getiren bildirgesinde “üretim sisteminin doğal sınırlara dayandığını” ilan etti. Artık hedef “kalıcı kalkınma” olmalıydı. Yol belliydi; “insan ihtiyaçlarının sınırı yoktu” ama doğa “maalesef” giderek artan bu ihtiyaçları karşılayacak durumda değildi. O zaman, bu sınırlı doğa imkânları daha dikkatlice harcanmalı (çevreyi koruma ve benzeri) ve bu “sınırsız” ihtiyaçlar teknik gelişme ile karşılanmaya çalışılmalıydı.
Seçkinler bu noktada da durmadılar. Tekniği geliştirerek gelişimin sınırlarını da genişletmenin mümkün olabileceği, özellikle yeni liberaller tarafından da dile getirilmeye başlandı. Bunların mantığı sistem açısından çok anlaşılırdı; “daha fazla kar için daha fazla üretim” gerekliydi. Ama unutulan bir nokta vardı, kapitalizmin dediği gibi insan ihtiyaçları sınırsız değildi. Sınırsız olan, kapitalizmin sınırsız kar hırsıydı. “Yolumuzun” bu mihenk taşı hiç unutulmaya gelmez; yoksa “fırtınalı havada pusulasız kaptana döneriz.”
“Teknik Yol”
Bugün “nasıl ve kimlerin hangi ihtiyaçları için üretim yapılması gerektiği” sorusuna iki cevap verilmekte. “Tüm insanların tüm sınırsız ihtiyaçları için üretim (sınırsız kar için sınırsız üretim) mümkün” diyenler bunun teknik gelişme ile mümkün olacağını söylüyorlar (Teknik yol). Öte yandan, gene sistem içi bir azınlık ise “gelişme sonrası ekonomi’de üretimin nicel olarak sınırlanması gerektiğinin” unutulmamasını istiyorlar. Örneğin, derisi siyaha boyanmış yeni ABD Başkanı’nın “New Green Deal” programı biraz utangaçta olsa bunu savunuyor; eşi de Beyaz Saray’ın bahçesinde biyolojik sebze yetiştirerek buna katkı sunuyor.
Yeni ürünler, yeni üretim metotları, her gün artan bir hızla gelişen teknik ve yaratıcılık ile yeni bir modern toplum yaratılmak isteniyor. Çevreyi kollama isteği de aynı zamanda bir yeni pazarda (yeni karlar!) yaratmakta. Sürekli büyümenin getirdiği ekonomik ve ekolojik sorunların teknik yaratıcılıkla aşılacağı hayali yaratılıyor. Böylece batılı “refah toplumu,” sürekli ve küresel hale getirilebilecekmiş…
Bugün dünya nüfusunun % 3’ünü oluşturan ABD’nin payına tüm dünya enerji tüketiminin neredeyse % 30’u düşüyor; hammadde tüketimi de yine bu doğrultuda. Ve bu gidişin devam etmesi halinde 40 veya 50 yıl sonra dünyada petrol kalmayacağı hesaplanmakta. Bir de daha fecisi düşünülsün, geriye kalan % 97 de, bu ülkenin kişi başına harcadığı enerji ve hammaddeler kadar harcamak istesin. İşte bu istek tam bir “kıyamet habercisi” olmaz mı?
Refah toplumu üyelerinin tüketim tavırlarını değiştirmeleri, hele hele tüketimlerini kısmaları gerektiğini kimse dillendiremiyor. Daha az tüketim onlar için daha az karla eşanlamlı ve de karını arttırmayı hedeflemeyen kapitalist, kapitalist olamaz! Sürekli artmak zorunda olan (!) ihtiyaçlar, bir yandan doğal kaynaklardan tasarrufla, bir yandan da teknik gelişimlerle karşılansın ki karlar artmaya devam etsin.
“Neden ihtiyaçlar artıyor, daha ne kadar artar” soruları yerine, bir tek “bu artan ihtiyaçlar nasıl karşılanır” sorusuna cevap aranıyor. Sosyal eşitsizlikler, toplumsal sorunlar tamamen göz ardı edilmekte, tüm sorunlar tekniğe havale edilmekte. Nasıl mı?
Çevreci Tutarlılık ve Verimlilik
Teknik gelişimin bugünkü görevlerine iki şey daha ilave ediliyor; “tüm tüketim artıklarının tekrar üretimde kullanılması (çevreci tutarlılık)” ve “tüm hammaddelerin en iyi şekilde değerlendirilmesi (çevreci verimlilik).”
Çevreci tutarlılık, bu çerçevede hayatı sürekli bir “geri dönüşüm mekanizması” şeklinde algılar. Adeta bir kapalı devrede tüm olanlar, ortaya çıkan her değişiklik belli süreçler sonunda tekrar eski haline döndürülür. Gerek üretim, gerekse tüketim sürecinde kullanılan, değiştirilen maddeler tekrardan elde edilmek durumundadır ve bu elbette sürekli gelişen teknikle mümkün hale gelecektir. Başta çöp sorunu olmak üzere tüm sorunlar birer çözüm haline dönüşecek, atılan çöpler yeniden bir enerji ve hammadde haline dönüştürülecektir.
Çevreci verimlilik ise eldeki maddelerden ve enerjiden maksimum imkân yaratmayı amaçlar. Bu da gene gelişen tekniğe havale edilmiştir. Teknik geliştikçe bütün bu süreçler adeta sıfır sürtünmesi olan, bir kez çalıştığında sonsuza kadar başka bir şeye ihtiyacı olmadan dönen bir “devri-daim makinesi” gibi çalışacaktır. Yeni ürünler, yeni hizmetler, yeni yöntemlerle bu mümkün hale gelecektir. Böylece üretim, sınırlı doğa imkânlarından ve çevreye zarar vermekten kurtarılacak, sürekli bir gelişim mümkün hale gelecektir. Son günlerde sık sık sözü edilir hale gelen “verimlilik devrimi” ile büyüme makinesi hızlandırılacak ve “endüstriyel evrim” gerçekleşecektir. (W. McDonough, Political Ecology)
Yenilik Simyacılığı
Teknik, fiziksel sınırların, ekonomik büyümenin her türlü engellerini aşarak, insanlığı özgürlük, barış, adalet, konfor ve tüketimle kendini gerçekleştirmeye kadar götürecek! 100 yıl önce Lenin, sosyal adaletin nasıl gerçekleşeceğinin teorik çerçevesini çizerken, öte yanda sosyolog Simmel, insanın doğayı ele geçirmesi ile “insanlığın trajedisi” olan rekabete gerek kalmayacağını ilan ediyordu. Böylece sosyal sınıflar mücadelesine de gerek kalmayacaktı. İnsanlık doğayı epeyi ele geçirdi ama sosyal mücadele de bir o kadar keskinleşti. Tarih Simmel’e hak vermedi, onun dediği gibi artan ihtiyaçları karşılamak, tekniği geliştirmekle mümkün olmadı. Sınıflar arasındaki farkları ortadan kaldırmadan her sınıftan insanın refah seviyesini aynı anda yükseltmek güzel bir hayal olmakta ileri gitmedi.
Bu anlamda “ihtiyaçlarının sınırsızlığı ile doğanın sınırları” arasında ki çelişkiyi, mevcut düzeni koruyarak sadece teknik ilerleme ile çözme, sadece Simmel gibilerin teorilerinde mümkün, somut yaşamda ise imkânsız. Bir tek teknik ilerleme ile bunun çözülemeyeceğini görenler, bir kez daha şanslarını “Innovation teorisi” ile denemek istiyorlar; her şeyin sırrını yenilikte arıyorlar. Amaç denenmemiş ne kadar yol yöntem varsa onları sırayla denemek; yenilikçilik yetmedi mi tekniği de bunun arkasına takmak, teknik yenilikçilik! Yenilikçi mi olmak istiyorsun? Ne geleceğe ilişkin bir öngörün olacak, ne de bu süreci kontrol edecek bir mekanizma. Eskilerin deyişiyle, “bindik bir alamete, gidiyoruz selamete’” (halkımız daha doğrusunu söylemiş: “kıyamete”)
Oysa biliyoruz, endüstri toplumunda her zaman “Innovation” odaklı gelişmeler sürekli olarak şaşırtıcı sonuçları yarattı. Önce bunlar oldukça yararlı görüldü, bu nedenle daha sonra ortaya çıkan negatif sonuçlar adeta toplumun bilinçaltına itildi. Bugün her bilinçli tüketicinin mümkün olduğunca yanına yaklaşmak istemediği her türden plastik, başlangıçta harika bir tüketim yardımcısı olarak görülmüştü. Atom enerjisinden nano-teknolojiye kadar bu konuda uzun bir liste yapmak mümkün. Kapitalizm, sınırsız tüketim artışıyla sonsuza kadar yaşama hayali kuruyor. Teknik, bunun önündeki doğal sınırları yaratıcılık ile aşmaya çalışıyor. Ama her aştığını zannettiğine inatçı doğa karşısına yeniden dikiliyor.
O zaman, “günümüzde insanlığın önünü artık, teknik ve coğrafya üretici güçlerinin açamayacağı” söylemek gerekli. Kapitalizm sonrası üretim biçimini şekillendirecek olan üretici güçlerin de bunlar olmadığı bilince çıkarıldıktan sonra, hangi üretici gücün nasıl bir rol oynayacağı gündeme getirilmeli. İşçi sınıfının yoksullukla bağlantısı belki bizlere bu konuda ilk ipuçlarını verebilir. Yazının son bölümünde bu konuya bir giriş yapmayı deneyeceğim.