Mehmet YILMAZER
06.11.2007
Seçim sonuçlarının yarattığı yumuşama fazla uzun sürmedi. Gerilim yeniden tırmandı. Üstelik bu tırmanma söylemde kalmadı, “tezkere” ve “sınır ötesi operasyon” aşamasına kadar vardı. Ne cumhurbaşkanı Gül’ün Kürdistan ziyareti, ne de parlamentoda DTP’li milletvekillerinin MHP ile tokalaşmaları olayı alışıldık tablonun dışına taşıyabildi. Ardı ardına iki karakol baskını adeta Türkiye’yi çıldırttı. Bütün gücüyle milliyetçilik körükleniyor. Başbakan’ın beklenen ABD ziyareti de tamamlandı. Artık operasyon düğmesine basılabilir. Hangi boyutta? Bu henüz bilinmiyor. Aslında operasyonun boyutu sadece teknik bir konu değil, Türkiye ile ABD arasındaki kötüleşen ilişkilerin bu görüşmeden sonra nasıl bir seyir izleyeceğini gösterecek bir ölçüdür.
Seçimlerle yumuşayan politik ortam pek çok yeni umut yaratmışken Kürt sorununun neden Türkiye gündeminin yeniden böyle birdenbire ilk sırasına tırmandığına cevaplar aranıyor. Seçimler sonrası yepyeni bir siyasal atmosfer oluşmuş, üstelik “ulusalcı strateji” iyi bir yenilgi almışken neden olaylar onların değirmenine su taşır hale gelmiştir? Günlük medyaya baktığımızda bu soruya cevap bulmak için her gün yeni bir yorum yapılmaktadır. Cumhurbaşkanı Gül, yaşananların boyutunu küçültmek amacıyla “bir günde 15 şehit” olayını “PKK içinde münferit bir olay” olarak yorumladı. Öte yandan, bazı “strateji uzmanları” ise, olayı “DTP’yi yola getirmek isteyen derin PKK’nin işi” olarak sundu, yine buna benzer olarak PKK’nin çatışmaları tırmandırmasının nedeni “Türkiye’yi Kuzey Irak bataklığına çekmek” olarak gösterildi. Veya bir başka yoruma göre, PKK AK Parti’ye kitle kaptırdığı için, yerel seçimlere gidilirken iktidarı yıpratarak kayıplarını telafi etmeye çalışmaktadır.
Elbette holding medyası olaya sadece PKK yönünden bakmaktadır. Yüksek sesle söylenmeyen yorumlar da vardır. On iki korucunun çok şüpheli ölümü hemen derin devlet çağrışımı yapmış, ancak meclis araştırma komisyonunun incelemesinden bir sonuç çıkmamıştır. Bu güne kadar hiç yaşanmamış olan, iki kez üst üste “13 şehit verilmesinin” askeri sorumlularının bulunması alçak sesle istenmiş, ancak buna benzer sorular büyük gürültü arasında kaybolup gitmiştir.
Olayların yeniden tırmanmasına çok somut bir cevap aramak aslında boşunadır. İnsanı bilinmeyenlerle dolu karanlık bir spekülasyon dehlizine sürükler. Oysa konunun esası karartılmak istendiği ölçüde bulanık değildir. Siyasal İslam ve ordu arasındaki egemenlik savaşı veya başka ifadelerle “neoliberal strateji” ile “ulusal strateji” arasındaki iktidar savaşı seçim sandığından çıkan yüzde 47 oy ile son bulamayacağı için gerilim, ilk fırsatta seçim öncesi kaldığı yerden devam edecekti. Öte yandan, hükümetin seçim zaferinden sonra Kürt sorununun çözümlenmesinde hiçbir yeni adım atmayıp, İslam ideolojisi ve bölgeye “hizmet götürerek” PKK’nin tasfiye sürecini hızlandırma niyetinin çok açık bir şekilde ortaya çıkmasından sonra bölgede başka nasıl gelişmeler olabilirdi? AK Parti ideolojik ve kısmen ekonomik yollardan, ordu ise açık askeri metotlarla Kürt Hareketi’nin tasfiye edilmesine devam ederken Kürdistan’da gerilimin yükselmemesi anormal olurdu. Ayrıca ve en önemli olarak, ABD’nin bölge planlarında bir değişiklik olmadığı gibi, Kürt Federe Devletini desteklemeye devam ettiğine göre, gerilimsiz bir Kürdistan düşünmek için ancak yüzde 47 oyun fazlaca büyüsüne kapılmış olmak gerekir. Bu nedenler ortada dururken “Gerilim neden yeniden yükseldi?” sorusunu sormak anlamlı değildir. Hatta yüzde 47 oya fazlaca güvenip “Güneydoğuda yeni bir dönemin” başlayacağını düşünmek için budala bir neoliberal olmak gerekir.
Elbette olaylar eskinin basit bir tekrarı olarak gelişmeyecek. Ancak Kürt sorununun çözüm yoluna girmesi için-sadece girmesi için, çözümlenmesi için değil- daha çok uzun ve büyük risklerle dolu bir yol vardır. AK Parti hükümeti 1985 sonrası her hükümetin girdiği sarmala ikinci iktidar döneminin hemen başında girmiştir. Önceki hükümetlerin alın yazısını paylaşmamak için bütün çabasını gösterecektir. Buna gücü yetecek mi? Sonuç öncekilerin akıbetinden farklı olacak mı? Bunu çok geçmeden göreceğiz.
* * * *
ABD’nin Irak’la ilgili planları Türk devletinin rahatsızlığını arttıracak yönde gelişmeye devam etmektedir. ABD Senatosu’nda bir müddet önce Irak’ın üçe bölünmesi yönünde, şimdilik bağlayıcılığı olmayan bir oylama yapılmıştır. Ayrıca Amerika’nın Güney Kürdistan’da inşa etmekte olduğu büyük askeri üs, Pentagon’un neye hazırlandığını açıkça göstermektedir. Bu gelişmelere Ankara’nın sinirlerini bozacak bir yenisi daha eklendi. Fransa, Sarkozy yönetimiyle Kürt Federe Yönetimi’ni tanıyacağını ilan etti. Sarkozy, İran’daki petrol ve doğal gaz haklarından vazgeçip, Kürdistan’da petrol avcılığına çıkmıştır. Belli ki ABD ve Fransa bu konuda bir pazarlık yapmıştır. Kürt Federe Yönetimi, ABD’nin dolaylı izniyle, merkezi Irak yönetiminin itirazlarına rağmen çeşitli firma ve devletlerle petrol anlaşmaları yapmaya devam ederek, uluslararası meşruluğunu arttırmaktadır.
ABD’nin bölge planları ile Türk devletinin çıkarlarının çatışması, olaylar böyle gelişirse derinleşerek devam edecektir. Bu gerilimin arasına bir de Ermeni soykırım tasarısı girdi. Bu tasarının Temsilciler Meclisi’nde kabul edilmesi zaten çok sorunlu olan Türkiye-ABD ilişkilerine gerçekten önemli bir darbe vurur. Fakat bu aynı zamanda Amerikan politikasının tipik bir manevra tarzıdır. Buna benzer oyunlar önümüzdeki süreçte artarak devam edeceğe benziyor. Gündelik taktik manevraların karmaşık ortamında boğulmamak için ABD ile Türkiye’nin ilişkisinin geleceğini şekillendirmekte olan sorunları hatırlamak gerekir.
Bu konuda başlıca üç nirengi noktası vardır. Birincisi, genel dünya güçler dengesidir. Sovyet sistemi yıkıldıktan sonra “ABD-Türkiye stratejik ittifakı” boşa düşmüştür. Bunu Özal, ilk körfez savaşı sırasında “bir verip üç almaya” heveslendiği zaman acı acı görmüştür. Türkiye sürekli vermeye devam etmiş, hiçbir şey alamamıştır. ABD, Afganistan savaşına başlarken “ittifaklar görevi değil, görev ittifakları belirler” prensibini tüm dünyaya ilan etmişti ve böyle de davranmaya devam ediyor. Bu nedenle, elli yıllık alışkanlığın sonucu hala sık sık tekrarlanan “ABD, stratejik konumundan dolayı Türkiye’ye her zaman muhtaçtır” tekerlemesi boş bir kuruntudur. Yine dünya güçler dengesinin öne çıkarttığı bir diğer gerçeklik, ABD’nin Bush yönetimiyle niyetlendiği “tek kutuplu dünya düzeni” Irak bataklığından sonra hayal olmuştur. Bugün artık “çok kutuplu bir dünya” vardır ve farklı güç merkezleri oluşmaktadır. Rusya ve Çin’in dünya güçler sahnesinde yeniden yerlerini almaları durumunda bundan Türkiye kaçınılmaz bir şekilde etkilenecektir. İkincisi, ABD’nin Ortadoğu planlarının Türkiye’nin çıkarlarıyla çatışmasıdır. Bu konuda Türk devleti tam bir açmaz içindedir. ABD’nin istekleri doğrultusunda davransa bölgede İsrail’in konumuna düşecektir. Ayak sürçtükçe, ABD ile ilişkileri gerilmektedir. ABD, Türkiye’ye rağmen bölge planlarını gerçekleştirebilirse, o zaman Ankara’nın durumu çok daha kötü hale gelir. Türk devletinin stratejik öneminin korunması, esasında, ABD’nin Ortadoğu bataklığında debelenmesine bağlıdır. ABD, Ortadoğu bataklığına battıkça Türkiye’nin stratejik önemi artar. Üçüncüsü, Kürt devletinin adım adım doğuyor olmasıdır. Özellikle bu sonuncusu sadece “PKK sorunu”ndan dolayı değil, doğrudan bölgede Türkiye’nin konumunu çok büyük ölçüde etkileyeceği için özel bir öneme sahiptir. İstikrarlı ve gittikçe zenginleşen bir Kürdistan, Türkiye açısından bir konum kaybı anlamına gelir. Elbette bölge ve dünyaya ABD merkezli bakarsanız bu böyledir. Kürdistan yükselirken ABD gözünde Türkiye önem yitirir. Türk devleti de hala bütün olaylara ABD merkezli baktığı için Kürdistan’ın yükselişini kendi kaybı olarak görmektedir.
Bu koşullarda önemli bir değişim olmadığı sürece Washington ve Ankara arasında artık eski ilişkilerin kurulması mümkün değildir. Şiddeti gelişmelere göre alçalıp yükselecek bir gerilim, ilişkilere esas şeklini verecektir. Türk devletinin bölgede kendi konumunu zayıflatacak gelişmelere doğrudan müdahale etme ve dengeleri kendi lehine çevirme gücü yoktur. Geriye yıpratma savaşı kalır. Bunu Kara Kuvvetleri Komutanı çok açık bir şekilde söyledi: “Dengeleri değiştiremeyiz, ama savaşın maliyetini arttırabiliriz”, dedi. Ayrıca ABD’nin Irak bataklığında zorlandığı ve “süper güç” olarak itibar ve konum kaybettiği yaşadığımız süreç, Türkiye için Washington’la pazarlık yapmanın bekli de en uygun momentidir. Bu pazarlığın artık kronikleşen başlıca iki gündemi vardır. Ana gündem, ABD’nin genel bölge planında Türkiye’nin konumu: hem gireceği risk, hem üstlenilebilecek rol açısından… Özel gündem ise, PKK sorunudur. Bu konulardaki pazarlıkların yakın ve hatta orta vadede bir sonuca ulaşması imkânsızdır. Ancak yaşadığımız günlerde bu pazarlık bir eşik noktasına gelip dayandı. Taraflar açısından oyalama ve beklentilerin bir sınırına gelindi. ABD’nin oyalamaları ne diplomatik ne de siyasi olarak artık kimseyi tatmin etmiyor. AK Partinin askeri çözüme uzak duran tavrı, ABD oyalamaları ile etkisini yitirmeye mahkûmdu. Erdoğan’ın, ABD’nin ve Barzani’nin önerdiği PKK’ye siyasal affı ise bugünün iç siyasal dengelerinde göze alması imkânsızdır. Hükümet, askeri müdahaleden uzak durmak için aslında elinden geleni yaptı. Ancak elinden bu kadar gelmiştir. Ordu, gerek iç egemenlik savaşının ve gerekse bölgede Türkiye’nin stratejik konumunun neoliberal politikalarla erozyona uğrayacağına kuvvetle inandığı için, onun da sabrı zaten epeydir taşmıştı. Sonuçta olay tezkereye gelip dayandı.
Bu, yeni bir eşiktir. Ancak bu eşik ne anlama geliyor? Tezkere çıkmasına rağmen, ordu dâhil tüm taraflar adeta sınır ötesi operasyonun çözüm olmadığı konusunda hemfikirdir. O zaman bir operasyon üzerine bu kadar gürültü nedendir? Medyadaki “strateji uzmanları” bol bol yorumlar yapıyor. Hava saldırısıyla sınırlı operasyondan, sınıra yerleşmeye kadar uzanan senaryolar sıralanıyor. Ne olursa olsun, bu operasyon sonrası PKK sorunu bitmeyeceğine göre, sonrasında tarafların konumu ne olacaktır? Hükümet, “askeri seçenek denendi ve çözüm olmadığı görüldü” diyerek, arkasına yüzde 47’nin de gücünü alarak yeniden orduya kışlanın yolunu mu gösterecektir? ABD, benzer bir şekilde, “askeri seçenek kullanıldı, artık siyasal seçenekler üzerinde çalışın” diyerek, Türk devletinin önüne pazarlık gücü daha yüksek olarak oturarak isteklerini yeniden dayatmayacak mıdır? Hele güneydeki Kürt Yönetimi, “bu son olsun, bir kez daha sınırı geçerseniz savaşırız” derse, Türk devleti bu kez Kuzey Irak’ı toptan işgal etmeye mi hazırlanacaktır? Operasyon sonrası, hemen bir çözüm ortaya çıkmayacağına göre, bunu en çok isteyen ordu ne yapacaktır? Üstelik tezkerenin Barzani’yi kapsamadığı üzerine spekülasyonların arasında, sırf çoktan boşaltılmış PKK kamplarına bazı vuruşlar yapılıp geri mi çekilinecektir? Bu kadar gürültünün ardından böyle bir komedi gelirse, bunu ne askeri ne de siyasi sorumlular taşıyamaz. Buradan yeni “rejim krizi” çıkar.
Sınır ötesi operasyonun amacı sırf askeri değil, aynı zamanda siyasidir. Ankara, Kürt Federe Devletinin yeni yeni şekillenmeye başlayan siyasi iradesine bir darbe vurmayı amaçlıyor. Özellikle Barzani’nin siyasal iradesi kırılmalıdır. Türk devleti kendi stratejik kaygılarından dolayı Irak’ın kuzeyinde yönetime fiilen ortak olmak istiyor. Bunun için Barzani yönetimi hırpalanmalıdır. “Neoliberaller”in ticareti ve yatırımları arttırarak etkin olma yolu, “ulusalcı strateji” için hiç ikna edici değildir. Kuzey Irak Kürt Yönetimi’nin siyasal iradesi darbelenebilirse, bu yolda Türk devleti mevzi kazanırsa daha sonrası da gelecek, yarın bekletilen Kerkük sorununda da, benzer müdahaleler yapılabilecektir. Bu gerçekler ışığında eşik noktasının karakterini tespit edebiliriz. 1) ABD ve Irak yönetimi PKK konusunda radikal bir çözüme yönelmezse operasyonlar devam edecektir. Son Washington ziyaretinden “istihbarat paylaşma” dışında somut hiçbir gelişme çıkmamıştır. 2) Operasyonlar, PKK’yi hedefliyor olsa da bu, Kürdistan üzerinde Ankara ve Washington’un bilek güreşi anlamına gelecektir. 3) Bu bilek güreşi bugünden kestirilmesi zor, fakat oldukça radikal gelişmelere yol açabilir. 4) Bu radikal gelişmeler, Türk devletinin dünyadaki ve bölgedeki duruşundan, sınırlarının değişmesine ve kendi iç egemenlik denklemlerinin altüst olmasına kadar uzanabilir.
Bütün bu gelişmelerin, bölgede tansiyonun çok yükseldiği bir döneme denk düştüğünü gözden kaçırmamak gerekiyor. Bush, “üçüncü dünya savaşı”ndan söz ederken, Putin de nükleer silahlanmaya yeniden hız vereceklerini açıkladı. Bu gerilimin odak noktasında İran duruyor. Öte yandan, Çin ve ABD arasındaki gerilim de yeni bir ivme aldı. Gerilimin en yüksek olduğu iki alan: Ortadoğu ve Merkez Asya yani Hazar çevresidir. Tablo bu olunca, Türkiye’nin bu kez yapacağı “sınır ötesi operasyonlar”ın 90’lı yıllardakilerle hiçbir benzerliği olmadığı hemen anlaşılabilir. O operasyonlar adeta Türkiye’nin “iç işi” gibi algılandı ve böyle bir etki yaptı. Şimdikiler ise, çok hassas ve oldukça fazla patlayıcı madde ile yüklü bölge dengelerine bir müdahale anlamına gelecektir. Türk devleti ne derse desin, bölge aktörleri operasyonları böyle algılayacaktır.
Operasyonun geçici sonuçlar yaratacağı, “PKK sorununa” hiçbir çözüm üretmeyeceği bugünden yeterince açıktır. Bu nedenle operasyon sonrası Türk devletinin “Kürt sorunu”nda manevra alanı iyice daralabilir. Her koşulda 2007 sonu, Türk devletinin bölge dengelerindeki konumu açısından önemli bir dönüm olacaktır.
* * * *
Operasyona karşı devrimci hareketin tutumu ne olmalıdır? Politik içeriği iyi anlatılarak bir karşı duruş gösterilmelidir. Bunun küçük çaplı da olsa bir savaş olmasından dolayı değil, bir halkın iradesine müdahale olduğu için. Amerika’nın emrindeki ne Irak merkezi yönetimine ne de ABD korumalı Kürt Federe yönetimine bir sempatimiz olamaz. Bölge halklarının, emperyalist merkezlerin yönlendirmeleriyle birbirlerine karşı işledikleri suçların listesi çok uzundur. ABD işgaliyle buna yenileri ekleniyor. Bu olumsuz “tarihsel bilinç” alışkanlık olmaktan çıkarılmalı ve mahkum edilmelidir. Bugüne kadar yaşananlar sonsuz bir alınyazısı değildir. Bu kısır çember kırılmadıkça emperyalist merkezlerin halklarla kendi çıkarları doğrultusunda oynadıkları oyun devam edecektir. Öte yandan, Kürt Halkının bir devlete sahip olması bölge için neden “felaket” anlamına gelsin? Kürdistan’ın “yeni bir İsrail” olmasına karşı çıkmakla, Kürtlerin bir devlete sahip olmasına karşı çıkmak aynı şeyler değildir. Kürt halkının iradesine müdahale edilmesine karşı çıkarken, aynı zamanda emperyalist merkezlerin yönlendirmesiyle halkların birbirlerine karşı suç işlemelerine de karşı çıkılmalıdır.
Bu karşı çıkış, Türkiye’de aynı zamanda şovenizm ve yükselen faşizme karşı da mücadele anlamına gelir. Uzun yıllardır devletin bilinçli propagandasıyla şovenist bir kitle tabanı oluşturuldu. “Terör” ve “bölücülük” kavramlarıyla esir alınan bilinçler sorunların gerçek nedenlerine karşı körleştirildi. Türkiye Devrimci Hareketinin büyük yenilgiden sonra yeniden ayağa kalkması, bu ortamı parçalamasından, şovenizme karşı ustaca bir mücadele vermesinden geçiyor. Şovenizm histerisi, ülkenin zenginliklerinin neoliberal politikalarla satılıp yağmalanması, yoksullaşmanın cumhuriyet tarihinin en yüksek noktasına tırmanması, toplumsal çürümenin derinleşmesiyle sıradan insani değerlerden uzaklaşan hastalıklı bir sosyal ortamın şekillenmesi gerçekliklerini örtüyor. Devrimci Hareket, basit ve kaba karşı propagandalarla değil ustalıklı, yığınları yüreğinden yakalayan propaganda ve eylemlerle yeniden doğuş yoluna çıkabilmelidir. Olaylar Türk devleti için yeni bir eşik noktasına gelip dayanmıştır. Bunun aynı zamanda, Devrimci Hareket için de bir dönüm noktası olması gerektiğini kavramak gerekiyor. Bir yandan şovenizm dalgasının kabarmasının, öte yandan toplumsal çürümenin en dip noktalara sürüklemesiyle yok olup gitme riskiyle karşı karşıya olan Devrimci Hareket, yaşadığımız dönüm noktasında kendine sunulan bu alın yazısını kırmalıdır.