Tehlikenin Farkında mısınız?
M. Sinan MERT
26 Ekim 2010
Cumhuriyet Gazetesi’nce yürütülen bir reklam kampanyası vardı. “TEHLİKENİN FARKINDA MISINIZ?” Gazetenin üst manşeti kocaman bu slogana ayrılmıştı ve pek alışık olmadığımız üzere TV’lerde de yoğun jinglelar dönmekteydi. Ardından Cumhuriyet Gazetesi’nin bahçesine el bombaları atıldı ve Danıştay saldırısı gerçekleşti. Bu saldırıların daha sonrasında bir askeri müdahalenin teşvik edilmesi için üretildiğine dair çok güçlü şüpheler ortaya çıktı. Cumhuriyet Gazetesi de bu kampanyasına son verdi.
Kampanyada söz edilen tehlike, şeriat yönetiminin bütünüyle hâkim olduğu bir baskıcı rejimin oluşmasıydı. Siyasal İslam’ın çağdaş temsilcisi AKP’nin sürekli güçlenmesi ve devlet içerisinde kadrolaşması toplumun belli kesimlerinde önemli bir tedirginlik yaratmaktaydı. Bu tedirginlik özellikle o dönemde Cumhuriyet Mitingleri’nde karşılık buldu. Tam da Büyükanıt muhtırası sonrasında gerçekleşen mitingler, AKP dışı tabanda önemli bir heyecan yaratmış gibi göründü. Muhtıra da en önemli mantıki gerekçelerini Denizli’deki bir törende çekilen türbanlı kız öğrencilerin görüntülerinden almaktaydı. AKP, karşısındaki ulusalcı girişimin uluslar arası ittifaklarının yetersiz olduğunu görünce süreci seçimlere taşıyacak bir mecal bulabildi. O 2007 seçimlerinde aldığı %47’lik oyun arkasından da bugün içinde bulunduğumuz ortama rengini veren ve AKP’nin otoritesini pekiştiren gelişmeler çorap söküğü gibi geldi. Son yaşanan referandum da AKP’nin aşağı doğru algılanan trendini yeniden yukarıya döndürdü.
AKP’nin iktidarını güçlendiren birçok sosyal, ekonomik ve politik sebep söz konusudur. Bunlardan en önemlisi AKP’nin karşısında halkın içinde yaşadığı cehennemin koşullarını temel veri olarak alan bir alttan muhalefetin yeterince gelişememiş olmasıdır. Bunun imkânları zaman zaman ortaya çıksa da (emeklilik yasası, TEKEL direnişi) yeterince etkin bir biçimde değerlendirilemediler. AKP’nin iktidarı süresinde bir de ciddi ekonomik kriz yaşandı, işsizlik doruk noktasına çıktı. Fakat bunlar çok önemli politik araçlar haline dönüşemediler. Bu olmadığı gibi KESK başta olmak üzere sendikalarımız kan kaybederken AKP yalakası olmaktan başka hiçbir vasfı olmayan “emek örgütleri” üye patlaması yaptı.
Şimdi böyle bir momentte Siyasal İslam’a karşı nasıl mücadele etmeliyiz konusunu tabii ki tartışmak zorundayız. Türban sorunu bağlamında , Alper Erdik’in sendika.org’da yazdığı bir yazıyı da dikkate alarak yaptığım bir tartışma yine aynı yazarın “Somut durumun softaca analizi” yazısında kapsamlı bir eleştiriye tabi tutuldu. Kullanılan üslubun oldukça “tartışmacı” olması, beni de yeniden bir değerlendirme yapmak zorunda bıraktı.
Başlarken çözemediğim bir çelişki var. Ben Erdik’in söylediklerini doğru mu nakletmişim? “Mert, yazısının başında, bizim düşüncelerimizi, yazıdan çıkardığı kadarı ile, şöyle özetlemiş: “Siyasal İslam tehlikeli bir burjuva ideolojisidir. Bununla mücadele edilmelidir. AKP’nin hem gericiliği hem de neo-liberal yönelimiyle eş zamanlı mücadele edilmelidir. Laiklik ve Kemalizmi eleştirebiliriz, ama bunları İslami gericilik ile aynı kefeye koyamayız. İşçi sınıfını örgütlerken onun ilerici veya gerici olması hesaba katılması gereken önemli bir belirleyendir.” Aşağı yukarı, evet, bunları söylüyoruz. Sonra, yazar, bunları irdelemeye başlıyor:” Yoksa tahrif mi etmişim? “Mert’in, yukarıda da söyledik; bizim yazdıklarımızı görmezden gelerek, tahrif ederek, aynı şeyleri sürekli tekrarlayarak götürmeye çalıştığı bu tartışmayı, anlamsızlığını ve verimsizliğini göz önünde bulundurarak, daha fazla sürdürme taraftarı değiliz” bu değerlendirmeden kaynaklı biraz daha özenli olalım, okuyanlara biraz tekrar olacak ama olsun.
Biz ne diyorduk? Siyasal İslam’la işin İslam boyutuna karşı direnci temel almadan, onun neo-liberal dönüşümün taşeronu yanına yüklenerek mücadele etmeliyiz. Yazarımızın “hep aynı şeyi söylüyor” diye şikayet ettiği yalın gerçeğimiz budur. Buna karşılık yazarımız “Aydınlanmacılık üzerinden şekillenen ilericiliğin, proleter sosyalist bir çizgide bir görev kabul edilmesi” gerektiğini savunuyor. Biz mücadelenin kültürel fay hatlarına fazlaca bulaşmadan ekonomik meselelere doğru çekilmesi gerektiğini savunuyoruz, yazarımız “AKP dini kalkan olarak kullanıyor diye geri mi çekileceğiz?”diyor. Türbanın yasal olmasına karşı mücadele etmeliyiz diyor. Biz ise “türbanlı öğrencilerin de yaşadığı ekonomik problemleri temel alan bir mücadele geliştirebilir miyiz?” diye tartışıyoruz. Böylece sınıfın farklı kültürel kökenlerden öbeklerini birleştirebilir miyiz? diye düşünüyoruz. Kültürel meselelere hapsolmamayı savunuyoruz. Bu meselelere hapsolmanın AKP’nin ekmeğine yağ sürdüğünü söylüyoruz. Aslında hak temelli mücadelelerin yoğun olarak yansıdığı sendika.org’da düzenli yazan bir yazarla neden anlaşamadığımızı anlamaya çalışıyoruz.
Yazarımız yine homurdanacak. “Bak yine aynı şeyleri söylüyor” , “ne de güzel anlattım anlamıyor” diyecek. Biraz daha kızarsa “Taraf yazarı gibi yazmış, Sorosçudur bu” diye de arkasını getirecek. Ve yine meşhur Samir Amin alıntısını hatırlatacak. “İki söylem, küresel liberal kapitalizminkiyle siyasal İslam’ınki, çelişki içinde değildir. Tam aksine birbirlerini mükemmelen tamamlarlar. Amerikan tipi ‘cemaat’ ideolojisi toplumsal bilinci ve mücadeleyi silip yerine halkın bilmediği sözde kolektif ‘kimlikleri’ koymak için kullanılan popüler bir ifadedir. Bu ideoloji, sermayenin egemen stratejisi tarafından son derece kurnazlıkla kullanılır, zira toplumsal mücadelelerin gerçek dünyasındaki mücadeleyi kültürel, tarih üstü ve mutlak olduğu söylenen hayali dünyaya kaydırır. Siyasal İslam tam da böyle bir cemaatçiliktir.” Siyasal İslam ne yaparmış Amin’e göre? “Toplumsal mücadelelerin gerçek dünyasındaki mücadeleyi kültürel, tarih üstü ve mutlak olduğu söylenen hayali dünyaya kaydırır” Yani Siyasal İslam’ın kurnazlıklarına yenik düşmemek için “toplumsal mücadelelerin gerçek dünyasındaki mücadele”nin “kültürel” alana kaydırılmasına müsaade etmemek lazım. Sizce bu alıntı hangimizin tutumunu daha çok destekliyor?
Yazar kültürel alandaki çatışmalara o kadar kafayı takmış ki bütün savaşların arkasında bunları arıyor. “Sadece İslam’ın değil, bütün dinlerin, son otuz kırk yılda, dünyanın her yerinde nasıl da siyasetin merkezine konulduğunu; ülkemizde ve bölgemizde, Balkanlar’da, Kafkasya’da, Ortadoğu’da, etnik gibi göründüğü halde, bütün çatışma ve savaşların, din ve mezhep üzerinde şekillendiğini, gözlerini kapatmayan herkes görebilir.” Etnik göründüğü gibi halde denince arkası “emperyalizm, sömürgeleştirme, kar hırsı, yağma” vs. ile desteklenecek diye bekliyorsunuz. Ama yok, bütün kötülükler din ve mezheplerden türüyor. Yıllarca bir arada yaşayan insanlar bu farklı din ve mezheplerinden dolayı niye birden birbirlerini doğramaya başlıyorlar, orası belli değil. Yazarımız el çabukluğu ile polemik yapacağım derken temel doğrularımızı da unutuveriyor.
Biz Türkiye’de ulusalcı ve liberal cenahlar arasında yaşanan çatışmayı, egemen sınıflar arasındaki bir iktidar bloğunu yeniden şekillendirme kavgası olarak görüyorduk. Ama yazarımız burada da bombayı patlatıyor. “Ayrıca Türkiye özelinde, tüm toplumsal kesimleri ilgilendirdiği halde, düzenin içinde yaşanıyor gibi algılanan mücadelenin, tasfiye ve buna direnişin, siyasal İslam’ın merkezileştirilmesi amacı etrafında somutlaştığını da tespit etmek, hiç de zor sayılmaz.” Yani birileri Siyasal İslam’ı merkezileştirmeye çalışıyor, birileri de ona direniyor. Bu direnişin aktörleri arasında kimleri sayabiliriz acaba? Yazarımız da burada direnenlerin tarafında olduğuna göre TÜSİAD ile, ordu ile ittifak pozisyonuna düşüldüğüne dair eleştirilere neden bu kadar sinirleniliyor?
Kemalizm konusundaki algılama ise evlere şenlik bir cehalet örneği. “60 yıldır iktidarda olmayan Kemalizm” söylemi devlet iktidarı ile hükümet iktidarının bu kadar birbirine karıştırılması rastlantı olabilir mi? “Kemalizm’le hesaplaşma” diye bir kompleksimiz yok, ama biz zaten Kemalizm’le hesaplaşmaktan değil “Siyasal İslam’la Kemalist yöntemle” mücadele etmekten bahsetmiştik. Yazarımız, Kemalizm’den şirin bir sokak kedisi gibi bahsediyor, gelenin gidenin vurduğu. Okullarda küçücük çocuklarımıza her sabah gırtlakları patlatılırcasına söyletilen andımızı hiç duymuyor mu acaba yazarımız? 12 Eylül Anayasasının Atatürkçülük ile ilgili bölümlerine baksınlar. Atilla Yayla denen adamın Gazi Üniversitesi’nden atılmasının üzerinden ne kadar zaman geçti? (Bu adamı günahım kadar sevmediğimi de yazayım da yazarımız bizi Yaylacı ilan edivermesin…)
İnsanların kendisine saygı duymak ile düşüncelerine saygı duymak arasında nasıl bir fark vardır? Orası çok ilginç. Buradaki algı çarpıklığından reel sosyalizm tartışmalarına kadar yürünür ama burada gerçekten gerek yok. Yazarımız her şeyi herkesten iyi bildiğine o kadar emin ki kendisini doğrunun o kadar mutlak hâkimi olarak görüyor ki… Kimilerinin düşünceleri sadece basit detaylar. Düşüncesini, inancını, değerlerini önemsemediğimiz bir halkın iradesini nasıl ortaya çıkarabiliriz?
Şovenizm ile mücadeleden, Kürtlerle dayanışmaktan bahsetmeyi gereksiz buluyor. Solun bu konudaki sicilinin çok parlak olduğunu düşünüyor. Ama biz kendisi kadar iyimser değiliz bu konuda. Solun tümünün, hele de son dönemlerde çok yakın durmaktan pek memnun oldukları birilerinin bu konudaki aşırı hassasiyetleri hakkında bilgi sahibi olmamış olamazlar. Sokaklarda linç sahneleri yaşanırken bir sol partimizin binalarına “Bu ülkeyi ABD’ye böldürtmeyeceğiz” diye pankart astıklarını unutmadık. Ya da kimilerinin “hepimiz Ermeniyiz” sloganından ne sonuçlar çıkarmaya çalıştığını da çok iyi biliyoruz. Dörtyol ve İnegöl gibi çok sıcak meselelerle ilgili ne yapılabildi sizce? Türban meselesi kadar ciddiye alınabildi mi? Bir etnik iç çatışma riski, “tophane cumhuriyeti” riskinden az mı görünüyor size? Dörtyol’da Kürt tarım işçilerini taşıyan bir kamyona ateş açılması, Tophane’de yaşananlardan daha mı az önemli? Politik yığınağımızı Siyasal İslam’ın gericiliği ile mücadeleye yaptığımızda bu sorunları defedebilecek miyiz?
“Tüm bu parçaları, henüz birleştirebilmiş, AKP’nin artık düzenin kendisi olmaya çok yaklaştığını, bu düzenin Tophane’de somutlaştığını, “Tophane Cumhuriyeti”ne doğru ilerlediğimizi görebilenlerin sayısı, sol içinde maalesef çok da fazla değil. Bundan, büyük rahatsızlık duyduğumuzu, bir kez daha belirtelim.” Yazarımız solun geneline en çok bu yüzden kızıyor. Yaklaşan tehlikenin farkına varamamamızdan dolayı. Yazarımız hiç üzülmesin, CHP’nin ileri gelenleri çok uzun süredir söz konusu tehlikeyi anlatmaktan, ona karşı aslanlar gibi mücadele etmekten helak oldular. Üzülmemesi lazım yani, kendisi gibi düşünen çok az insan olduğu söylenemez.
Bir de türbanın meşru bulunması meselesi var. Patriyarkanın en önemli ideolojik desteğini dinin egemen yorumunda bulduğu doğrudur. Ben aksini belirten bir şey söylemedim. Fakat başını bağlayarak derslere girmek isteyen bir üniversite öğrencisinin devlet tarafından engellenmesi bambaşka bir konudur. Türbanın temsil ettikleri ile ilgili karşı siyaset yapabilirsiniz, dinsizlik propagandası yapanlara da sahip çıkabilirsiniz –ki mutlaka çıkmalıyız- ama üniversitede türbanın yasaklanmasını savunmak sosyalist bir tutum olamaz. Engels’in Alman sosyal Demokrat Partisi’nin programının eleştirisinde devletin dinsel yasaklar koyması önerisine nasıl karşı çıktığı da mı unutuldu? “5-Kilisenin ve devletin tamamen birbirinden ayrılması. Bütün dinsel topluluklar, istisnasız, devlet tarafından özel topluluklar olarak nitelendirilecektir. Bunlar Hazine’den gelme mali desteklerden yoksun kalacaklar ve merkezi eğitim bakanlığına bağlı okullar üzerindeki etkilerini yitireceklerdir. (Ama buna karşın, kendi olanaklarıyla, bunların kendi özel okullarını açmalarını ve orada saçmalıklarını öğretmelerini yasaklayamayız)” Ve öğrendiklerini kimseye zarar vermeden, baskı uygulamadan yaşamayı diye ekleyebiliriz herhalde. Ben burada söylenenlerin din meselesine yaklaşımımızın temelini oluşturması gerektiğini düşünüyorum.
Sonuç olarak bence de artık yeter. Önümüzde tartışılması gereken çok daha önemli meseleler var.
Bu arada Doktor “softalar” lafını dinciler için değil daha çok Marksizm softaları tanımlamasıyla kitabi bilgileri, hiç ezberini bozmaksızın, büyük bir kibirle tekrar edenler için kullanırdı. Onu da hatırlatmış olayım.