Sendikalar ve Kriz
Mehmet AKYOL
5 Kasım 2008
Sendikal hareketin dünya çapında bir kriz içinde bulunduğu sırada patlak veren ‘büyük kriz’, sendikal hareketi oldukça ‘gafil avladı’. Daha ne olduğunu anlamadan sendikalar, çekmecelerinde hazır tuttukları ‘reçeteleri’ birer ikişer piyasaya sürmeye başladılar. Önce hamasi nutuklar atıldı, ‘krizin faturası çalışanlara çıkarılamaz!’ Bunu ‘basın açıklamaları’ ile sendikaların taleplerinin ‘kamuoyuna duyurulması’ izledi. Bazı ülkelerde ise sendikalar ‘hükümetlerine’ ekonomik krizden nasıl çıkılabileceğine dair şöyle ‘programlar’ sundular:
– Ekonomik kriz sırasında devlet altyapı yatırımlarını arttırmalı
– Mali kurumların denetlenmesi ciddiye alınmalı
– Banka yöneticilerine ödenen yüksek primlere engel olunmalı
– Tüketimin kısılmasına engel olmak için ücretler arttırılmalı
Bunlardan ilk üçü bilinidiği gibi sendikalardan çok önce hükümet sözcüleri, IMF, Dünya Bankası gibi kurumlar tarafından zaten dile getirilmişti. Sendikalara da bunları desteklemek mi kalıyordu?
2008 krizine sendikaların tepkisi pek çok bakımdan 1929 krizine verdikleri tepkiyi hatırlatmakta, ilk elden işverenlerle anlaşarak krizi savuşturmaya çalışmak, doğrudan ifade edilmezse bile, sendikaların ana yönelimi olarak ortaya çıkmakta. Pek çok haklı talep bu anlamda kriz bitene kadar rafa kaldırılmakta. Nitekim pek çok ülkede sendikalar ücret zammından vaz geçmiş durumdalar, çalışma süresinin kısaltılması ve benzeri hak talepleri ise bir sonra ki ‘bahara’ ertelenmiş durumda.
Bunun sonucunu ise tarih sayfalarından öğrenmek çok kolay. Sadece Almanya’da 1929 ila 1931 arasında grevci sayısındaki düşüş %75 gibi inanılmaz bir orana ulaşmış ve bu yıllarda çalışanların ücretleri %20 oranında azalmış. Sonuç : ‘Sendikalar üyelerinin üçte birinden fazlasını kaybetmişler.’
Ulusal Keynesçilik
Sendikaların bu duruşu kuşkusuz sendikal hareketin başbelası Keynesçi düşüncelerin bir sonucu. En basit ifadesi ile Keynesçi ekonomi politikalar, kronik üretim fazlasını ortadan kaldırmak için alım gücünün devletçi politikalarla arttırılmak istenmesidir. Kapitalist üretim biçiminde her zaman, artı değer sömürüsünün dolaylı bir sonucu olarak tüm üretilenlerin tüketilmesi imkanı yoktur. Üretim fazlası bu anlamda düzenin başbelasıdır, daha fazla kar için daha fazla üretim dürtüsünün karşısına üretilenin tüketilememesi dikilir.
Bugüne kadar pek çok ekonomist ve düşünür çözümü olmayan bu soruna bir çözüm bulmak için uğraştılar, Keynes de bunlardan biri, üstelik alım gücünü arttırma gibi bir önermesi olduğundan sendikaların ister istemez sempati ile baktıkları bir düşünür. Düşündüklerinin bir çözüm üretmediği defalarca görüldüğü halde gene sendikalar dönüp dönüp Keynes’e sarılırlar.
Küreselleşme diye adlandırılan 89 sonrasında, ulusal sınırlar içinde reçete sunan Keynes bir daha anılmaz diye bekledik, ama gördük ki sendikaların dağarcığında başka bir şey yokmuş. Gene küreselleşmeci düşünürler, yukarıda belirtilen sorunun, yani kapitalizmin sürekli üretim fazlalığının, ulusal sınırların üretim ve tüketim için kaldırılması ile çözüleceğini sandılar. Gerçekten de ilk aşamada bir ülkedeki üretim fazlasının başka bir ülkeye aktarılması ile bir çözüm bulunmuş gibi oldu. Ama bir adım ileri gidince bu kez dünya çapında bir üretim fazlası ortaya çıktı.
Oysa sendikalar krizin sonuçlarının neler olabileceğini ekonomistlerden daha iyi bilirler/bilmeleri gerekir. Mevcut krizin doğuracağı muhtemel sonuçları bir sendika hemen şu şekilde tesbit eder/etmesi gerekir.
1. Her şeyden önce mali sektörde çalışanların sayısı önemli oranda gerileyecek
2. Banka ve mali kurumları kurtarmak içim milyarlar harcanacak, buna karşın vergi gelirleri azalacak olan kamu sektörü kaçınılmaz olarak kamu hizmetlerinden kısıntıya gidecek
3. Kamuya ait sağlık ve emeklilik sigortalarının varlıklarının değer kaybetmeleri ve gelirlerinin azalması sonucu hizmetlerinde de kısıntıya gidilecek
4. Bir yandan finans imkânlarının daralması, bir yandan da tüketimin düşmesi sonucu endüstriyel işletmeler ürettiklerini satamaz hale gelecek, işçi çıkarılması gündeme gelecek
5. İşsizliğin artması, sermayenin sosyal haklara saldırısı için daha uygun bir ortam yaratacak.
Bu noktalardan hareketle, örneğin bankaların kurtarılması için milyarlar harcamak yerine, onların çalışanların ve halkın kontrolünde bir kooparatife dönüştürülmesini istemek neden bir ütopya olsun? Bu haklı talebin gerçekleşmesi ile yukarıda sıralanan tüm olumsuz gelişmelere toptan bir cevap verilmiş olmuyor mu?
Ama böyle bir teklifin getirilebilmesi için, kapitalizmin aşılması gereken bir üretim tarzı olduğunu sadece aklımıza değil ama aynı zamanda yüreğimize de yazmak gerek.
Kriz ve Üretim Organizasyonları
2008 krizi, içinde bazı ilginç noktaları da taşıyor. Örneğin bazı analizlerde bu ekonomik krizin aslında 2000 yılları başında patlaması gereken bir kriz olduğu, ancak sistemin ‘paradan para yapma’ ilkesini aşırı boyutlara çıkarmasının bu krizi günümüze ertelediğine dikkat çekiliyor. Gerçekten 74 krizi sonrası, devasa boyutlara varan yatırımların karlılığı azaltması ve geliyorum diyen üretim altyapısının yenilenmesi sorunlarını çözmek için yeni yönelimler gündeme geldi. ‘Yalın üretim’ kavramı altında toplanacak yeni üretim organizasyonları bunların başında gelir. Hem bunu olanaklı kılacak, hem de üretkenliği arttıracak bilgi ve iletişim teknolojilerini üretim sürecinde kullanılması da başka bir araç olarak ortaya çıkmştı.
Bunu takip eden süreçte, yatırım için gerekli sermaye miktarı azalma eğilimi gösterirken, üretim fazlasının da gerekli altyapı yenilenmesine yöneltilmesi olanakları ortaya çıktı. Bu belki de kapitalist üretim biçiminin kendisini yenilemeyeceği tezlerinin tarihin çöplüğüne atılmasına neden olacaktı. Ama 1989’da sosyalizmin kalesine kendi bayrağını diken kapitalizm, belki de bu zafer sarhoşluğu ile yukarıda belirtilen süreci bir anlamda yarıda bıraktı.
İlk sermaye birikimi için kapitalizmin sömürgeleri yağmalaması gibi 21. yüzyıla gelindiğinde gerekli sermayenin ‘paradan para yapma’ ile elde edileceği hayali ‘yeni liberal politikalarla’ gerçeğe dönüştürülmeya çalışıldı. Buna artı değeri yüksek silah ekonomilerinin genişlemesi ilave edildi. Ama bu aynı zamanda silah zoru ile bu sömürünün kabul ettirilmesi içinde bir gereklilikti.
Öte yandan yeni üretim organizasyonları, esas olarak işçinin salt ‘kol emeği’ yanısıra ‘kafa emeğini de’ sömürmeyi amaçladığından, üretim sürecine çalışanların ‘müdahalesi’ni de gerekli kılıyordu. Üretkenliğin nasıl arttırılacağı işçilere soruluyor, onlar da düşüncelerini söylüyor ve uyguluyorlardı. Hatta ‘üretim adacıkları’ gibi yöntemlerle bu soruların sorulması da çalışanlara bırakılıyordu. Bu noktada sistemin alarm ışıkları yanmaya başladı, üretim sürecinde bir insiyatifi ele geçiren işçilerin burada durmayacağı fark edildi. Tam bu noktada kapitalizm sert bir viraj aldı, işçilerin ‘kafa emeğini’ harekete geçirme ile başayan sürecin nereye gideceği meçhuldu, bu nedenle yeni üretim organizasyonları bir anda kenara atılmadı ama geliştirilmesi frenlenmeye başlandı.
Başka bir deyişle kapitalizmi bu yönelimlere iten nedenler eskisi kadar yakıcı olmadığından, bunların geliştirilmesinde ısrarlı olmakta gereksizleşiyordu. Buna paralel olarak bilgi ve iletişim teknolojilerinin üretim sürecinde kullanılması yerine, çok daha karlı olduğundan tüketime yönelik kullanılması tercih edildi.
Belki de dikkate alınması gereken bir nokta da, kapitalizmin işçi sınıfının yükselmesi ile teknolojisini geliştirme güdüsü, 89 yenilgisi ile sınıfın mücadele ufku kararınca genel bir gerilme içine girdi. Bu anlamda kapitalistlere yeni teknolojiyi yöneten bir sınıf baskısı da azalmış oluyordu.
Ancak artık ‘yolun sonuna gelindi’, ‘paradan elde edilen paralar’ buhar olup uçtu, kriz geldi kendini dayattı. Bu noktada geriye dönüp baktığımızda kaçınılmazca bir soruyu kendimize yöneltmemiz gerekir, ‘89 yıkımı olmasaydı veya kapitalizm yukarıda belirtilen yönelimlerde ısrarlı olsaydı bu süreç nasıl yaşanacaktı?’ Daha da ‘derin’ sorarsak, ‘kapitalizm ne ölçüde kendini yenileme niteliğine sahip?’
Soru ve Sonuç
Yukarıdaki soruyu başka bir açıdan soralım, ‘görüldüğü kadarı ile kapitalizm böylesine krizlerle çökmeyecek; o zaman kriz sonrası tekrar ısrarlı olmadığı yönelimleri tekrar gündeme getirecek mi?’ Buna, ‘evet getirecek’ diye cevap vermek gerek. Bu cevapsa, bize sendikal hareketin önünde duran sorunların neler olduğunu da açıklıyor.
Yeni üretim organizasyonları uygulanma sürecinde sendikal hareket bu süreci kapalı gözlerle seyretti, süreci farkına varmaya başladığında ise, artık süreç başka bir yöne kaymıştı. Şimdi ise bir tarihsel fırsat ile karşı karşıya, daha böylesine bir süreç başlamadan bu sürece müdahele etme şansına sahibiz. Yukarıda belirtildiği gibi, kapitalist işletmelerin kurtarılması yerine, kooperatif ve benzeri yöntemlerle ‘sosyalleştirilmesi’ talebi, sınıfın ‘gözlerini açacaktır’. Bir işçinin şöyle sorular sorması artık mümkün değil midir? ‘GM otomobil tekeli neden bir üretim kooparatifi olmasın? Geçmişte biz işçiler zaten en iyi nasıl üretim yapılır diye kafa yormaya başlamıştık, sıfırı tüketen patron devletten sermaye temin edip üretim yapmak istiyor, devlet neden, onun yerine bize bu imkanı tanımasın, çünkü bu patronun zaten üretim süreci ile bir alakası kalmamıştı ki’
Bu soruları sormaya başlayan sınıf, yeniden gelecek projelerini aramaya çıkmayacak mıdır?
Ne dersiniz?