Neoliberal Belediyeciliğe Karşı Halkın Belediyeciliği
Mustafa SÖNMEZ
12 Ocak 2008
Yerel yönetimlerin, daha dar anlamda belediyelerin, tarihsel süreç içindeki işlevi, kapitalizmin, sermaye birikim süreçlerinin, modellerinin, dolayısıyla kentlerin gelişimiyle yakından ilgilidir.
Sanayi kapitalizminin başat olduğu dönemlerde kentli nüfusun ağırlığını oluşturan ücretlilerin yaşadığı kentlerde belediyeden beklenen, ağırlıkla ücretli sınıfın (işçilerin ve kamu çalışanlarının) ve ailelerinin konut, ısınma, ulaşım, kreş, dinlenme vb. ihtiyaçlarının asgari maliyetlerle karşılanmasına yarayacak hizmetleri yerine getirmesi, böylece sanayiciye işgücünün maliyetini en aza indirecek dışsal ekonomiyi sağlamaktı. Artık değerin daha çok sanayiden sağlandığı bu sermaye birikimi süreci, Merkez kapitalist ülkelerde 17-18. yüzyıllardan 20. yüzyıla, Türkiye gibi çevre-bağımlı ülkelerin birçok kentinde ise 19. ve 20. yüzyıllarda geçerli oldu.
Azami karın, ağırlıkla sanayiden değil de, başta finans olmak üzere sanayi dışı alanlardan elde edilmeye başlandığı, dolayısıyla, kentlerin sanayi ücretlileri yerine, daha çok hizmet sektörü çalışanlarının, mavi ve beyaz yakalıların ikamet ettiği mekânlar haline geldiği 1980 sonrası dönemde kentler, dolayısıyla belediyeciliğin işlevi de değişti.
Değişen şuydu: Uluslararası kapitalizm, 1980’lerden başlayarak, mal ve sermaye ihracını dünyanın tüm coğrafyalarına ihraç etmeye başladı. Adına küreselleşme denilen bu süreç, çok hızlı bir mal ve sermaye ihracı ile gerçekleşti. Bunun için de IMF-Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü gibi başlıca kuruluşlar tüm dünyada, “piyasa”nın “devlet komuta”sının kesinlikle yerini alması gerektiğine hükmettiler. Piyasaya her şeyin terk edilmesini, piyasanın her şeye kadir olduğunu, bu yapılırsa verimliliğin en yüksek düzeye çıkacağını, kamu müdahalesinin ise kaynak ısrafına yol açtığını iddia ettiler; bunu bir amentü gibi tüm dünyaya kabul ettirdiler.
İstenen, hemen her alanın piyasaya terk edilmesi, kamu kontrolünden çıkarılması, mal serbestisi için gümrüklerin indirilmesi, sermaye serbestisi için tüm kambiyo kontrollerinin kaldırılması, sermaye giriş-çıkışlarının serbest bırakılması, yabancı sermaye giriş-çıkışı önündeki tüm engellerin kaldırılmasıydı. Her şey metalaşmalı, fiyatlanmalı, her şey ticarileştirilmeliydi. Kamusal mal ve hizmet üretimleri özelleştirilmeliydi.
Yerele de neoliberalizm
Bu piyasalaşma, metalaşma, ticarileşme, özelleştirme furyası, kamuda merkezi yönetimi olduğu gibi yerel kamusal alanları da kapsamalıydı. Böylece, bu küreselleşme döneminde belediyeler de bu neoliberal furyanın etkisi altına alındı; Keynesci dönemin belediyeciliğinin yerini, artık neoliberal belediyecilik almaya başladı.
Doğal olarak, öncelikle Merkez-emperyalist ülkelerin metropollerine, kentlerine hakim olan neoliberal belediyecilik, kısa sürede, aralarında Türkiye’nin de olduğu çeper Avrupa’nın, Asya’nın, Latin Amerika’nın, Afrika’nın, kısaca Güney dünyasının metropol ve kentlerine de hakim kılındı.
Artık-değerin esas olarak sanayi kapitalizminden elde edildiği ve büyük kentlerin azman sanayi kentleri olduğu döneme ait belediyecilik de değişti; küreselleşme dönemiyle birlikte, artık-değerin sanayi dışından da elde edildiği, sanayi dışındaki hizmetlerin daha çok metalaşması, ticarileşmesi ile kabuk değiştiren kentlerde neoliberal belediyecilik hakim kılındı.
Neoliberal belediyecilikle, her şeyden önce, kent toprağı, kent arsası daha bir önem kazanıyor, dolayısıyla kent arsası rantı üretimi, spekülasyonu ve paylaşımı, belediyeciliğin odağına yerleşiyordu. Kentlerin, sanayi azmanı oldukları dönemde, sanayi işçilerinin konutlarının kurulduğu alanlar dahil olmak üzere, şimdi merkezi kent arsaları ticarileşecek “steril” alanlar yapılmak üzere “kentsel dönüşüme” uğratılacak alanlar olmalı, ücretli konutları kent çeperlerine taşınmalı, yeni göçenler, işsizler, vasıfsızlar “varoş”larda, uydu kentlerdeki bloklarda istif edilmeliydi.
Neoliberal belediyecilik için başköşeye oturan kent arsası rantının üretimi ve spekülasyonuna eşlik edecek ikinci öge, belediyeden beklenen mal ve hizmet üretiminin daha çok metalaşması, ticarileşmesi, daha çok özelleştirilmesi oldu. Kentlinin tükettiği doğalgaz, su, elektrik, ulaşım, kreş, otopark vb mal ve hizmetler, artık daha çok “meta” haline getirilip satılmalı, özellikle de belediye üretimi değil, taşeronlar ya da özelleştirmelerle sermayenin alanına sokulmalıydı. Ve yapıldı da.
Küreselleşme döneminde, bazı büyük kentler, metropoller, dolayısıyla metropol belediyeleri, daha iddialı rollere talip oldular; küresel kent olmak!..
Aralarında İstanbul’un da olduğu bazı büyük kentler, küreselleşen dünyanın kontrol kuleleri olmaya soyundular. Daha da ötesi, küresel işbölümünü tayin eden Merkez ler tarafından bu role özendirildiler ve adeta, bulundukları ülkeden bağımsız bir coğrafya gibi, metropolü küresel bir kent olarak donatıp bezeyerek, küresel sermayenin hizmetine sunmaya özendirilip, yarışa sokuldular.
Ara özet; Küreselleşme süreciyle avdet eden neoliberal belediyecilik, ülke(ler) bütününe hakim kılınan piyasalaşma, özelleşme, ticarileşme sürecinin akışına sokulup, neoiberalleşmeyi yerel yönetime de taşıdılar. Kent arsası rantı ön plana çıkarılıp buradan devşirilecek rantların üretimi ve dağıtımı belediyeciğin odağına otururken, belediyeden üretimi beklenen mal ve hizmetlerin ticarileşip metalaştırılması ve özelleştirilmesi buna eşlik etti. Belediyenin verdiği hizmeti üreten çalışanları, hizmeti özelleştirip, taşerona aktararak, belediye çalışanının sayısını en aza indirip, onlara en az ücreti ödeyip ve azami “verimi” elde etmek bir başka hedef haline getirildi.
Türkiye’de neoliberal belediyecilik
Türkiye’de neoliberal belediyecilik, 1980 sonrası başladı. 24 Ocak 1980 Kararları ve onu tamamlayan 12 Eylül askeri diktatörlügünün eşliğinde inşa edilen dışa açılmacı, neoliberal birikim modeline paralel olarak belediyecilik de kabuk değiştirdi ve neoliberal belediyeciliğin icrasına 1984 seçimleri ile başlandı.
ANAP’ın hükümet ettiği 1989’a kadar geçerli kılınan bu model, bir dönemlik SHP belediyeciliği kesintisinin ardından, Refah Partisi’nin liberal kanadı ve yine merkez sağ DYP–ANAP ile ANAP taklitçisi AKP eliyle bugüne kadar icra edildi.
Birinci tespit şu: 1980 sonrasının dışa açılmacı politikaları ile Türkiye, hızla dünya ekonomisi ile bütünleşti. Bu, daha yüksek mal ve sermaye bütünleşmesi ile olurken iç dinamikler de çok hızlı bir değişime uğradı. Bu değişimlerden en önemlisi, kır-kent nüfus bileşiminin iç göçlerle hızla değişimi, sonuçta kentleşme oranının yükselmesiyle oldu. Öyle ki, daha 1970’de kent nüfusu, ülke nüfusunun yüzde 29’u, 1980’de ise yüzde 36’sı iken bu oran 1990’da yüzde 51’i aştı. Takip eden 10 yıl sonra, yani 2000’de kentli nüfus yüzde 57’ye, 2007 nüfus sayımında da yüzde 70’e çıktı.
Neoliberal politikalar, tarıma verilen devlet desteklerinin azaltılmasını telkin etti. Bunun yanında, tarımın kullandığı traktör, gübre, ilaç vb. girdilerdeki müthiş fiyat artışları ile baş edemeyen kır nüfusu, tarımı terk edip kentlere göçtü. Sonuçta, istihdamın tarım-tarım dışı bileşimi de kısa sürede muazzam bir değişim geçirdi. 1990’a kadar başa baş görünen istihdamda tarım ve tarım dışı, bu tarihten sonra hızla açıldı ve tarım dışı, dolayısıyla kent istihdamı hızla arttı. 2007 sonuna gelindiğinde tarım dışı istihdam, toplamı 23,5 milyonu aşan istihdamın yüzde 75’ine ulaştı.
Bu ölçüde kapitalistleşme, kentleşme, haliyle, belediyelerde nicelik ve nitelik değişimini de getirdi. Kent boyutuna ulaşan yerleşim yeri sayısı arttıkça, belediye sayısı da arttı. Nüfus kentlerde yığıldıkça, “mahalli idare” birimlerinin (ağırlıkla belediye olmak üzere Özel İdare, muhtarlıklar vb.) yaptıkları harcamalar da arttı. Nitekim, bunu mahalli idare harcamalarının milli gelirdeki payında görebilmekteyiz.
1975’te GSMH içinde yüzde 1,3 paya sahip olan mahalli idare bütçelerinin 1990’a gelindiğinde payının yüzde 2,75’e çıktığı, 2000’de yüzde 4,73’ü bulduğu ve izleyen yıllarda da yüzde 4’e yaklaştığı görüldü (Kaynak; DPT verileri ve 2009 Kalkınma Programı. Yerele kaynak aktarımının artırılmasının nedenlerini, neoliberalizmin Dünya Bankası ve AB’ce de desteklenen devleti küçültme projesinin bir parçası olan Yerel Kalkınma Stratejisi üstünden, ayrıca tartışmak gerekir).
Bölgesel farklılaşma…
Neoliberal politikalarla, gelişme-kalkınma, piyasanın, daha doğrusu küresel rüzgarın savurduğu yere terk edildiği için, planlı gelişme ve bölgesel denge duyarlılıkları toza, dumana karşıtı. Sonuçta zaten ürkütücü olan bölgelerarası eşitsizlikler, 1980 sonrası dönemde daha da hızlı büyüdü ve kentler arasında da çok eşitsiz bir gelişme yaşandı. Marmara ve Ege, kısmen Akdeniz’deki kentler daha hızlı büyürken, geri kalan bölgelerdeki, özellikle de Doğu ve Güneydoğu’daki kentsel gelişme çok gerilerde kaldı. Buralarda olağanüstü nüfus yığılması yaşanmasına karşın, bu kent belediyelerinin kısıtlı bütçeleri, kentli nüfusun ihtiyaçlarının çok az kısmını karşılayabildi. Bu durum, Merkezden belediyelere aktarılan kaynakların eşitsizliğini de artırdı. Gelişen kentler daha çok kaynak ihtiyacı belirtip daha çok kaynak kullanır oldular.
Muhasebat Genel Müdürlüğü ve TÜİK kent nüfusu verilerine göre, 2007’de kişi başına yerel yönetim harcaması 792 YTL iken, bu Kocaeli için 1737 YTL, Muğla için 1289 YTL, Ankara için 1099 YTL’ye çıkarken Diyarbakır’da 533 YTL’ye, Ağrı için 331 YTL’ye iniyordu. (Kaynak; İllerin Mahalli İdare Harcamaları toplamı, 2007 kent nüfuslarına bölünerek elde edilmiştir. Bazı illerin İl Özel İdarelerine Merkez’den aktarılan kaynakların büyüklüğünün, kişi başına mahalli idare harcamasını yükselttiğini, bunların Valiliklerce farklı amaçlarla kullanıldığını göz önünde bulundurmak gerekir.)
Rantçılık, piyasacılık…
2004’te işbaşına gelen AKP belediyeleri, öncülleri olan Refah Partisi dönemindeki iktidarlarının devamı olarak neoliberal belediyecilik uygulamalarını pekiştirdiler. Bir taraftan, belediye çalışanlarına uyguladıkları anti-sendikal uygulamalar ve esnekleştirmeler, taşeronlaştırmalarla neoliberalliğe giriş yaparken, hızla belediyeciliği piyasa koşullarına açtılar. Hizmetleri daha çok metalaştırıp ticarileştirdiler.
Başta İstanbul kent arsası olmak üzere büyük kent arsaları üstünde olağanüstü rantların yaratılmasına uygun imar düzenlemelerine giderken, bundan büyük sermayenin dev gökdelenler, kuleler inşa ederek yararlanmaları için gerekli koşulları hazırladılar, kamuya ait değerli kent arsalarını, kamu gayrimenkullerini (Karayolları, İETT Garajı gibi) özelleştirme portföyleri içinde satışa sundular.
Özellikle büyük kent rantlarından AKP’ye yakın, dini cemaat mensubu yeni burjuvaların faydalanmasına da özen gösterdiler (İstanbul’un en yüksek kulesi Safir’in AKP’li Kiler’e ait olması gibi). Yanı sıra, imar yolsuzlukları ile sağlanan rüşvetlerle kişisel ve partisel çıkarlar sağlamanın, yargıya da yansıyan birçok pratiğini fütursuzca sergilediler (Örnek; CHP’li Kılıçdaroğlu’nun ortaya çıkardığı AKP’li Şaban Dişli skandalı.)
Özellikle son yıllarda, ülke genelinde kent nüfusunun kullandığı mal ve hizmet fiyatları, ortalama enflasyonun bir hayli üstünde belirlendi. 2003-2008 dönemindeki bazı kentsel mal ve hizmet üretimindeki fiyat artışlarının, aynı dönemin yüzde 69 dolayındaki TÜFE’nin oldukça üstünde gerçekleştiği görüldü. Bunlardan özellikle doğalgazdaki artışın yüzde 177’yi bulması, kiraların yüzde 172’ye yakın artmış olması çarpıcıdır. Keza metro ücretlerinin yüzde 114, vapur ücretlerinin yüzde 108 artmış olması da ilginçtir.
“Sadaka” politikalarında belediyeler
Neoliberal ekonomik politikaların en önemli sonuçlarından biri gelir dağılımını bozması ve yeterli istihdam yaratmayarak işsizliği artırmış olmasıdır. Özelliklere kent yoksulluğunun hızla tırmandığı AKP iktidarında, yoksulluğa pansuman ve bunu oya tahvil etmeye yarayan “hayırsever politikalar”ı ya da “sadaka politikaları”nı uygulamada da belediyelere önemli görevler verildi.
AKP’nin “hayırsever” etiketli sadaka politikasının en önemli araçlarını Yeşil Kart, belediyelerin nakdi ve ayni yardımları, Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışmayı Teşvik Fonu ile AKP yandaşı özel sektör, cemaatler, vakıflar ve dernekler oluşturdu. AKP, bunlarla önemli bir ağ oluşturmuş ve bir yandan yoksulluğu derinleştiren neoliberal politikaların icracısı olurken, bunu perdeleyerek derinleştirdiği yoksulluğa, “sadaka” politikalarıyla müdahil olmuş ve bunu da oya, tabana tahvil etmiştir.
AKP’li belediyelerin hemen hemen tümünde “muhtaçların” başvurusu durumunda gıda, yakacak, barınma ve giyim yardımı yapan birimler oluşturulmuştur. Kömür ve erzak yardımı ile ramazan çadırları AKP’li belediyelerin bildik faaliyetleri arasına girmiştir.
Bu yardımların kaynaklarının belediye bütçelerinde yer almadığı, daha çok belediye ile iş yapan, tedarikçi tüccarlardan, müteahhitlerden alınan bağış/yardım havuzlarından sağlandığı bilinmektedir.
Neoliberal politikaların yarattığı tahribat ve tahakküm, artan ölçüde emekçilerin, yoksulların, toplumun hücre yapısını değiştirdi. Yoksulluğun ve eşitsizliğin derinleşmesi, güvencesizliğin artması emekçilerin ve yoksulların acil-ferahlatıcı uygulamalara olan ihtiyacını ve bağımlılığını artırdı. Bu kitlelerin politik tercihlerinde de bu ihtiyaç ve bağımlılık başat rol oynuyor. İşte tam bu noktada AKP’nin, diğer mecraların yanında, belediyeleri de bu politikaların mağduru olan kitleleri yatıştırmada, uysallaştırmada kullandığı görülmektedir.
Büyük Kriz, belediyeler ve 29 Mart
1980 sonrası tüm dünyada küreselleşme, piyasalaşma, özelleştirme sloganlarıyla yürütülen neoliberal politikalar, bu sermaye birikim tarzı, 2008’de ABD’de patlayan finansal krizle tüm dünyada derin bir yara aldı. Merkez ülkelerden, Türkiye gibi çevre-bağımlı ülkelere de yansıyan bu küresel krizin, cari neoliberal politikaların icrasını, bu tarihten sonra aksatmaya, dahası tıkamaya başladı.
Bu durum, Türkiye’de de küçülme, daralma olarak yaşanmaya başlanıldı bile. Dolayısıyla, 29 Mart yerel seçimleriyle yeni bir döneme başlayacak yerel yönetimler, daralan, küçülen bir konjonktürün belediyeleri olacaklar. Bu, belediyelere, küçülen ekonomi ile vergi geliri azalan Merkez bütçeden daha az kaynak aktarımı demek, yerel gelirlerin de azalması, dış borçlanmanın daralması, dolayısıyla daralan bütçelerle belediyecilik demek.
Neoliberal belediyeciliğe devam etmek, belediye emekçileri için anti-sendikal, emek-karşıtı tutum, yeni tensikatlar demek; kaynak için, kent arsalarının, imar yolsuzlukları ile, ne pahasına olursa olsun, peşkeşi demek; belediyece üretilen mal ve hizmetlerin daha fahiş fiyatlarla arzı demek.
Neoliberal belediyeciliğin alternatifi, zor bir konjonktüre karşın, ön plana demokrasiyi, yerelde demokratik katılımı alan bir yaklaşım olabilir.. Kentlinin, başta barınma hakkı olmak üzere, çağdaş yaşam için gerekli her tür kentsel hizmet hakkını, ucuz ve güvenli ulaşım hakkını gözeten; temiz bir çevre, hijyenik ortam, çocuk ve gençler için oyun, spor, yeteneklerini geliştirebilecekleri sosyal donatılara önem veren bir yerel yönetim anlayışı hakim kılınmaldır.
Kent arazilerinin kullanımı ve kent planlaması ile ilgili karar süreçlerinde, yerleşim, ulaşım ve alt yapı hizmetlerinin sağlanmasında yöre sakinlerinin doğrudan ya da temsilcileri aracılığıyla verdikleri kararlar belirleyici olmalıdır. Kent arazileri üzerinde spekülasyona son verilmelidir.
Demokratik, doğrudan katılım, yerelde, mahalle, hatta sokak ölçeğine kadar katılımı ve sorunlara birlikte çözüm üretmeyi öngörmeli, daralan kaynaklara rağmen, kentliye mal ve hizmetlerin arzının, kar motifiyle değil, ihtiyaç karşılama motifiyle temini ön plana çıkmalıdır.
Kentlinin başta barınma olmak üzere en ekonomik ısınma, ulaşım, temizlik, kreş, sağlıklı çevre haklarını karşılamaya öncelik veren, sosyal yönü ağır basan bir belediyeciliğin, azami katılımla yaşama geçirilmesini öngören bir yaklaşım, şimdi 29 Mart’ta, bu yeni kavşakta, neoliberal belediyeciliğin alternatifi olarak seçmenin önüne çıkabilmelidir.