“Ne Olacak Bu Devletin Hali?”
Mehmet YILMAZER
18 Kasım 2009
Son günlerdeki gelişmeler Türkiye’nin sancılı bir değişim sürecine girdiğini gösteriyor. Ancak değişim hangi yöndedir? Bu sorunun en doğru cevabını elbette olaylar verecektir. Fakat bu gerçek, bazı öngörülerde bulunmayı engellemez.
Belge savaşları bütün hızıyla devam ediyor. Bir yandan “ihbarcı subaylar” tam da iyi seçilmiş zamanlamayla savcılara yeni belgeler yolluyor. Öte yandan, paranoya haline gelen dinlemelerle ilgili yeni belgeler ortaya çıkıyor. En önemli kurumların içi karmakarışık ve adeta birbirlerine karşı bir savaş sürdürüyorlar. Bugüne kadar “beka’sı” için çok can yakılan Devlet, paramparça görünüyor.
Olan bitene komplo teorilerinin dışından bakmaya çalışırsak, bu değişim sancılarının kaynağında “çok kutuplu dünya” koşullarının olduğu görülebilir.
Hükümet dış politikada çok kutuplu dünyanın” fırsatlarından” yararlanma adımları atarken, bu iç politikada onu “Amerikan planlarının uygulayıcısı” suçlamasıyla karşı karşıya getiriyor. Dış dünyada ise, özellikle son zamanlarda “Türkiye doğuya mı dönüyor?” tartışmalarını yoğunlaştırdı. Davutoğlunun “komşularla sıfır sorun” yaklaşımı daha şimdiden pek çok sorun üretmeye başladı. Çok kutuplu-çıkarlar dünyasında esasında bu sonuç kaçınılmazdır. En ilginç tepki de: “Bu cambazlık fazla devam edemez” biçiminde Franda’dan geldi. Fransa, Batının egemen konumundan bakınca Türkiye’nin yaptıklarını “cambazlık” gibi görüyor. Oysa değişen dünya güçler dengesi açısından olaylara bakıldığında Fransa’nın bu tepkisi, egemen konumunundaki aşınmaya gösterdiği bir tepki olarak algılanmalıdır.
Davutoğlu “cambazlık” yapmıyor. Çok kutuplu dünyanın dengelerine göre davranmaya çalışıyor. Elbette, çok kutuplu dünyanın kendisi zaten doğası gereği “cambazlık” gerektiyor. İpten düşülebilir de, karşı kıyıya varılabilir de! Hiç ipin üstüne çıkmayanlar için mevcut ortam daha mı güvenlidir? Böyle olmadığının en iyi kanıtı, bölgemizden örnek verecek olursak, Mısır’ın durumudur. Son gelişmeler karşısında o da ipin üstüne çıkmaya hazırlanıyor.
Fakat “çok kutuplu dünya”nın, yeni güçler dengesinin oluşumunda mümkün olduğu kadar pay kapmak için “cambazlık” yapmaktan ibaret olduğunu sananlar yanılıyor. Çünkü “çok kutuplu dünya” basit bir yeniden paylaşım dönemi değildir. Emperyalist tahakküme, doğrudan veya dolaylı karşı duran güçlerin de çeşitli kutuplar oluşturabileceği bir dünyadır.
Türk dış politikası bölgede adımlar atarken ne ölçüde bir “stratejik derinliğe” sahiptir? Türk Hükümeti böyle bir derinliğe sahip olduğunu sansa da, bu derinliğin ABD’nin güç kaybından kaynaklandığı biliniyor. Zaten benzer bir role daha önce Özal’ın kalkışıp bunu başaramamasının nedeni o dönemdeki güçler dengesiydi. Davutoğlu’nun “artık Irak’ta sahaya iniyoruz” sözü girişilen işin büyüklüğünü gösteriyor. Gerçekten “sahaya inildiğinde” hem devletin bölgede karşılaşacağı gerilim, hem de maliyet artacaktır. Bölgede güç olma anlamında Türk devleti daha işin çok başında, ancak iç politikada artan gerilim, gelecekte yaşanacakların habercisi gibidir. Türk devleti bölgede hem ABD ve AB’nin dayatmalarını dikkate alacak, hem de kendi manevra alanını genişletmeye çalışacak, bu denklemin kendisi zaten yeterince gerilim yüklüdür. Türk devleti bu karmaşık rolü yönetebilecek “stratejik derinliğe”, güce ve örgütlenmeye sahip midir? Kesinlikle değildir.
Askeri olarak, bu karmaşık süreci karşılayacak bir yapıya sahip değildir. Türk ordusu NATO ittifakı içindedir ve İsrail’le kapsamlı askeri anlaşmalara sahiptir. Kendi manevra alanını genişletmeye çalışırken ikide bir bu sınır ve yükümlülüklere karşı karşıya gelecektir. Afgan savaşında askeri yükümlülükler altına giren Pakistan’ın hangi noktalara geldiği açıktır. Hiç “güvenlik sorunlarına” bulaşmadan, sadece Davutoğlu diplomasisiyle bölgede rol oynanamayacağı bellidir.
Ekonomik olarak, çok daha zayıf durumdadır. Neoliberal politikalarla Türk sanayi rekabet gücünü iyice yitirmiştir. Hala dünyaya göre en yüksek faizi verdiği için sıcak para çekebilmesi sadece ekonominin daha fazla içinin boşalması sonucunu doğuruyor. AB’nin geçenlerde “kriz ortamında Türkiye’nin ekonomik olarak başarılı olduğunu” açıklaması kimseyi yanıltmasın. AB’nin övgüsü, Türkiye’nin “bu koşullarda bile geriye borç ödemelerini yapabilmesi” üzerinedir. Oysa Merkez Bankasının yeni yaptığı, “Türk ekonomisinin rekabet gücünü yitirmekte olduğu açıklaması” Sanayi Bakanını nedense çok öfkelendirmiştir. AK Parti iktidarı neoliberalizm ile gelinebilecek yolun sonuna yaklaşmıştır. Kendi sermaye gücünü yaratabilmek için pervasızca davranışlarıyla ekonominin genel gücünü büyük ölçüde zayıflatmıştır. Türk ekonomisi borç yiyor, faiz ödüyor, elinde ne varsa satıyor. Sıra tarımda köklü satışlara gelmiştir. Bölgede güç olmaya soyunan Türkiye, bunu arkalayacak ekonomik alanda bir stratejiye sahip değildir. Günlük yaşıyor. Hatta bu zayıflığı Körfez sermayesiyle kapatabileceğini hayalini kuruyor.
Siyasal olarak tabloya baktığımızda çok daha karmaşık bir durum ortaya çıkıyor. AK Partisi siyasal gücünü devlet organları anlamında kurumsal bir güce dönüştürmekte çok zorlanıyor. İktidarının ilk gününden beri süren bilek güreşi “Dolmabahçe mutabakatıyla” bir noktada dondurulmuş gibi görünürken, yeniden daha yaygın bir şekilde patlak verdi. Oynanan satranç oyununun hamlelerine hiç değinmek gerekmiyor. Bu hamleler medya ekranlarından zaten büyütülmüş olarak yansıtılıyor. Belge savaşlarının son “açılım” tartışmalarıyla yeni bir hız kazandığı görülüyor. Bu da çok doğaldır. “Açılım” niyeti konusunda devletin kurumları arasında bir “uyum” olsa da, kapsamı konusunda kesinlikle bir uyum yoktur.
Ak Parti iktidarı süreci pragmatik adımlarla yürütmeye çalışırken, aynı zamanda direnç noktalarını zayıflatmaya çalışıyor. Bunu siyasi olarak ve hatta hukuki olarak yapma gücü olmadığı için belge savaşları kaçınılmaz bir şekilde hızlanıyor. Ancak bu yöntemin sınırları olduğu ve güçlü geri tepmeler yaratabileceği son yaşananlardan ortaya çıkmaktadır. “Açılım” konusuna gerçekten siyasal bir çözüm bulunmaya kalkıldığında, kaçılmaz bir şekilde cumhuriyet tarihi ile ve özellikle 80 sonrası süreçle hesaplaşabilmek gerekir. AK Partisinin hem buna gücü yoktur, hem de niyeti.
“Irak’ta sahaya inebilmek” için cumhuriyet tarihi ile hesaplaşmak zorunda kalmak, paradoks gibi görünse de, gerçekliktir. Kurumlar, onlar arası ilişki ve denge, cumhuriyetin tek millet yaratmak için oluşturduğu ideolojik çimento, hepsi bu sürecin ürünüdür. Bu hesaplaşmadan, hükümetin “açılım” için öngördüğü “herkes için daha fazla özgürlük” mü çıkacaktır; derin devlet savaşlarından arta kalacak ölü bir doğum mu?
“Herkes,” özgürlüğe en çok gerek duyan bu topraklardaki tüm ezilenler, bu hesaplaşmanın aktörü olamazsa ölü doğum kaçınılmazdır.