Füze Kapanında Türkiye
Haluk GERGER
Aralık 2010
“Füze Kalkanı” projesinin kökenleri Reagan döneminde başlatılan “İkinci Soğuk Savaş”ın “Yıldız Savaşları” saldırganlığında yatıyor. Bu projeyle Türkiye’nin ilişkilenmesi de o zamanlara dayanıyor.
“Yıldız Savaşları” projesi, ABD’nin bir nükleer saldırıyla Sovyetler Birliğini saf dışı bırakma arayışlarının parçasıydı. O zamanlar iki süper güç, “dehşet dengesi” diye adlandırılan bir güç ilişkisinin kapanına kıstırılmış durumdaydılar. Bu stratejik denklemde, iki taraf da, bir ani saldırıya ve onun bütün yıkıcı etkilerine maruz kalsa bile, o saldırı sonrası ellerinde kalacak nükleer sistemlerle saldırgana “kabul edilemez” ölçülerde zarar verme imkanını elinde tutmaktaydılar. Her iki ülkenin de nükleer silah sistemleri, karada ve yer altında, denizlerde ve deniz diplerinde ve havada (sürekli uçuş halindeki uçak filolarında) konuşlandırılmış durumdaydı ve en kapsamlı ani bir saldırı sonrasında bile bunların bir bölümü imha edilememiş olacak, bu elde kalanlar da saldırgana çok büyük zararlar verebilecekti. Bu bakımdan, bir nükleer saldırı, aynı zamanda, intihar anlamına gelecekti. Bir sokma eyleminden sonra sadece kurbanının değil akrebin kendisinin de ölmesi gibi bir durumdu bu ve taraflar bir şişe içinde hapsolmuş iki akrep gibiydiler; ötekini ısırmaya kalkan kendi ölümünü de hazırlamış olacaktı.
Bu stratejik kısırdöngüden çıkmanın iki yolu vardı. Bunlardan birincisi, söz konusu gerçekliği kabul ederek, nükleer silahları savaş aracı, nükleer savaşı da anlaşmazlıkları çözme yöntemi olmaktan çıkartmaktı. İkincisi ise, taraflardan birinin kendisini karşı saldırıya karşı bir ölçüde koruyacak “savunma” sistemi kurması ve böylece saldırı sonrası düşmanın elinde kalacağı silahlarla yapacağı misillemeden “kabul edilebilir” zararlarla çıkmasıydı. Bu tabii “savunmadan ziyade bir “saldırı” arayışının parçasıydı çünkü böylece bu sistemi kurabilen taraf hasmına artık saldırabilirdi; bu durumda saldırı kendisi için “intihar” olmaktan çıkardı ve “kabul edilebilir” zararlar karşılığında ana düşmanı fiilen “yok ederek” global hegemonya kurulabilirdi.
Sonunda taraflar, ikinci yöntemin, yani “savunma” arayışının, ekonomik bakımdan pahalı, silahlanma yarışını kışkırtıcı, teknolojik bakımdan karmaşık, stratejik bakımdan maceracı ve politik bakımdan da istikrarsızlaşırcı olduğunu kabul ettiler. Bunun üzerine de, 1976 yılında bu türden kapsamlı savunma sistemlerinin kurulmasını yasaklayan bir anlaşma imzaladılar. Böylece, taraflar, nükleer çağda, “savunma” arayışlarının nükleer savaş felaketine yol açacak kışkırtıcılık anlamına geldiğini, en doğrunun, birbirlerini rehin tutarak nükleer savaş olasılığını en az düzeyde, “dehşet dengesi” düzleminde tutmak olduğunu kabul ettiler.
Ne var ki, ABD’de kimi unsurlar bu fiili durumu hiç bir zaman içlerine sindirmediler ve arayışlarını sürdürme fırsatını kollayıp durdular. Bu unsurlar arasında, savaşı “50-60 milyon ölü” ve “1940’ların Amerikan toplumu düzeyinde tutunma” ile atlatmayı mümkün kılacak bir “savunma” sisteminin kurulması ve bunun gerçekleşmesi halinde de, bir nükleer saldırıda bulunulması fikrini açıkça savunanlar vardı. İşte Reagan’ın “Yıldız Savaşları Projesi” bu arayışların bir ürünüydü. Böylece Sovyet misillemesinin zararları en alt düzeyde tutulabilecek ve ilk saldırı da böylece intihar anlamına gelmeyecekti.
Bu arayış hep sürdü ve nihayet oğul Bush döneminde Amerikan yönetimi “savunma sistemleri kurmayı yasaklayan” antlaşmayı fiilen feshetti, füzesavar sistem araştırma ve deneylerini sürdürdü.
Türkiye, işin başından beri bu saldırgan projenin içindeydi. Türkiye coğrafi konumu gereği, Sovyet füzelerinin vurulması için gerekli koordinatların radar sistemleriyle zamanında saptanması için en uygun yerlerden biriydi. 1985 yılında da Milli Savunma Bakanı Zeki Yavuztürk, sistemin kimi parçalarının Türkiye’de konuşlandırılabileceğini açıklamıştı.
Eski aş, bugün farklı bir biçimde ve sunumda yeniden soframıza sürülmektedir. “Füzesavar sistem” esas olarak üç ana parçadan meydana geliyor. Birincisi, hedef füzenin saptanmasını sağlayacak radar sistemi. İkincisiyse, hedefi vuracak silah sistemleri, füzeler. Bu ikisi arasındaki koordinasyonu sağlayacak ve nihai ateşlemeyi gerçekleştirecek komuta-kontrol merkezi de üst çatıyı oluşturuyor. Sistem bugünkü yetersiz teknolojik imkanları ve yapısıyla ilerde Rusya ve Çin gibi “stratejik” nitelikli çatışmalara bir altyapı hazırlığı niteliğindedir. Güncel olarak da, İran ve Kore gibi ülkelere karşı hem şantaj, hem İsrail benzeri müttefikleri şemsiyesi altına almanın aracı olarak kullanıma hazırlanmaktadır.
Türkiye’nin rolünü de sistemin yapısı ve saldırgan doğası belirlemektedir.
Birincisi, düzenek, halihazırda İran’a karşı bir saldırı aracıdır ve İsrail’in nükleer hegemonyasıyla stratejik çıkarlarını korumaya yöneliktir. İlerde de, teknolojik ve politik/stratejik fırsat çıktığında, ilk hedefler Rusya ile Çin olacaktır. Bu bakımdan, herhangi bir ülke adı zikretmek sistemin doğasına aykırıdır. Nitekim Türkiye de bunu böyle savunmuştur ve “bugün ya da yarın kimin hedef olacağı belli olmaz. İsim belirtilmesin” demiştir. Yani, “bu sistemle avlanacak çok kedi adayı vardır” demeye getirmiştir. Gerçek de bu olduğu için “hedef kedinin adının belirtilmemesi” kabul görmüştür.
Türkiye’nin sistem içindeki rolü, bir tür “yardım yataklık” ve “ihbarcılık” mertebesindedir. Türkiye’de radarlar konuşlandırılacaktır. Bunların işlevi, hedefi saptamak ve koordinatlarını komuta-kontrol merkezine bildirmekle sınırlıdır. Sonrasını komuta-kontrol merkezi belirleyecek ve ateşleme düğmesi de oraya bağlı olacaktır. Yani, bir ara Erdoğan’ın sözünü ettiği “düğmeye biz basarız” böbürlenmesi boş bir laftır. Nitekim daha sonra O da bunu bir daha telaffuz etmedi ve bu sefer “kontrol NATO’da olsun” diye malumu ilan eden başka bir boş laf etti. Kontrol elbette NATO’da ve onun patronu, sistemin de sahibi, ABD’de olacak. Ayrıca, bütün sistem saniyelerle ölçülebilecek aşamaları içerdiğinden, sürecin herhangi bir politik/diplomatik istişareyi içermesi olanaksızdır. Dolayısıyla, sisteme dahil ülkeler saldırı emrini daha baştan kabul etmiş, daha doğrusu, bu hakkı komuta-kontrol merkezine ve eli düğmede bulunan ABD’ye baştan devretmiş durumdadırlar. Bu durumda Türkiye’nin herhangi bir “söz hakkı”ndan söz etmek saçmalığın daniskasıdır.
Radar sistemleri, saldırı sürecinin ilk halkasını oluşturduğundan, bir bunalım halinde de, kaçınılmaz olarak, ilk hedef durumundadırlar. “Vurulmadan önce vurmak” elementer bir askerlik ilkesidir. Rusya ya da İran, hedefe yakınlık da onları askerlik bilimi açısından ilk hedef yapmaktadır. Hele işin özünde nükleer silahlar olduğu düşünülürse, bir nükleer savaşın ilk hedefi olmanın riskleri daha da önem kazanmaktadır elbette.
Türkiye’nin eksen değişikliği tartışması da bu meselede açıklığa kavuşmaktadır. Türkiye, İkinci Dünya Savaşı sonrasından başlayarak, bütün Soğuk Savaş boyunca, Batı’nın iki eksendeki militanıydı. Batı-Doğu ekseninde, yani, ABD-Sovyetler Birliği, ya da NATO-Varşova Paktı ekseninde, Türkiye Batı’nın ön karakolu, silah deposu, askeri üs alanı, lojistik destek hattı, militer fedaisiydi. Kuzey-Güney eksenindeyse, Ortadoğu’da emperyalizmin tetikçisiydi. Sovyetlerin ortadan kalkmasıyla birinci rolü bitti. Bölgedeki rolüyse, pek çok iç ve dış nedenden dolayı, salt militer tetikçilikten emperyalizmin “Truva Atı” rolüne geçişi zorunlu kıldı. Bölgenin bir bölümü 1967 sonrası İsrail militarizminin, Körfez de İran Şahı’nın polisliğine terkedilmişti. Bugün ise, zaten ABD askerleri bölgede. Türkiye’nin misyonu da değişiklik geçirmek zorundaydı. Bu süreç, sıçrama tahtası olma, Çevik Güç’e üs sağlama, vb. çeşitli aşamalardan geçti, bugüne kadar geldi.
“Truva Atı” olmak demek, tarihi/kültürel/ekonomik/coğrafi yakınlıkları kullanarak Bölge güçleriyle iyi ilişkiler kurmak ve Batı’nın stratejik değer, hedef ve amaçlarını onlar nezdinde pazarlamak demek. Ama unutmamak gerek ki, Truva Atı’nın içinde de askerler saklanmıştı, yani bu görev de militer rolleri içeriyor. İşte “Füze kalkanı”nda yer almak zorunda kalmak, “Truva Atı rolü”ne uyarlanmış Türk dış politikasının hem Batıcı/bağımlı; hem militer; hem de sahte/aldatmacı yönlerini ortaya çıkartarak “yeni eksen” uydurmasının çelişkili doğasını gözler önüne seriyor.