M. Sinan MERT
25-26 Mayıs’ta Ankara’da düzenlenen Demokrasi ve Barış Konferansı, Kürt hareketi ile birlikte kendisini müzakere sürecinin parçası olarak gören kesimler arasında bir diyalog zemini olması açısından önemli bir rol oynadı. Her ne kadar dört başı mamur bir “temel talepler” dizgesi üzerinde etraflıca bir görüşme yapılamamış olsa da özellikle katılımın genişliği ve heyecanı, silahların sustuğu böylesi bir dönemde ezilenler tarafından yürütülen mücadelenin yeni mevziler geliştirebileceğine dair umutları arttırdı.
Müzakere süreci Türkiye’nin politik gerilimlerinin en öne çıkanı olmakla birlikte yanı sıra yaşanmakta olan diğer gerilimler berrak bir algılamayı zorlaştırıyor. AKP’nin Suriye meselesine müdahalesi ve müdahalenin açığa çıkardığı sonuçlar toplumun geniş kesimlerinde büyük rahatsızlıklar yaratıyor. Aynı şekilde AKP eliyle inşa edilen otoriter rejim, neo-liberal emekçi düşmanı politikaların derinleştirilmesi ile birlikte yürütülüyor. Ülkenin bir barış sürecinden geçtiğinin tek emaresi sınır dışına çıkan gerillalar. AKP’nin ceberut politikaları 1 Mayıs’ta şahikasına çıkarak doludizgin yürüyor. Dolayısıyla bu üç ana etmenin bir arada ele alınmadığı bir barış süreci algısı ile bir noktaya varılamaz. Ya da varılan noktanın halklar açısından çok da iç açıcı olamayacağı öngörülebilir. Bugün eğer barış sürecinde müzakere masasının bir yanına tüm ezilenleri oturtmak gibi bir beklentimiz ve hedefimiz varsa barışın toplumsallaşabilmesi büyük oranda toplumsal taleplerin barış mücadelesine içkin kılınabilmesi ile mümkün olacaktır. Ezilenlerin ellerindeki tüm mevzileri büyük bir kıskançlıkla savundukları bir mücadele süreci yaratamazsak barışın toplumsallaşması da başarılamayacaktır. Mesele salt akil adamlar heyetinin yaptığı gibi kimi çevrelerle konuşmak değildir. Sorun tüm ezilenleri ortak bir mücadele ekseninde harekete geçirebilmektir. Bu anlamda örneğin Hava-İş grevinin yenilgiyle sonuçlanması bizi barıştan uzaklaştıracak sonuçlar üretir. Çünkü barışı kazanacak olan halklarımızın ortak iradesi ve mücadele birikimi olacaktır. Bu algıyı yaratabilmek mücadeleyi kazanmak açısından hayatidir.
Önümüzdeki dönemin politik gelişmeleri büyük oranda iç siyasete damgasını vuran üç temel politik bloğun karşılıklı mücadele ve hamleleri ile belirlenecektir. Birinci blok AKP ile simgelenebilir. Devlet, tüm imkanları ile bu bloğun kontrolündedir. AKP’nin temel derdi merkezinde başkanlık sistemi olan bir otoriter rejim inşası, böylece iktidarını daha da kalıcılaştırmaktır. Bu otoriter rejim Ortadoğu’ya dönük hamle açısından da belirleyici bir öneme sahip olacaktır. Suriye ile ilgili yaşanan sıkışma ve blok içinde yaklaşan seçimler öncesinde yükselen gerilimler bu bloğun yumuşak karnını oluşturmaktadır.
Ulusalcı-milliyetçi blok arkasındaki devlet desteğini büyük oranda kaybetmiş olduğu için önemli oranda güç kaybetmiştir. Fakat son 2 yıl içerisinde kısmen toparlanmıştır. Hakim olma yeteneği oldukça zayıfladığı için provokatif tutumlarla ön almaya çalışacaktır. Fakat çıkardığı tüm gürültüye rağmen toplumsal etkisinin oldukça zayıfladığının da altını çizmek gerekmektedir. Aslında müzakere sürecinde AKP’nin elini güçlendiren bir rol oynamaktadır. AKP bu bloğun tepkilerini kullanarak ezilenler bloğunun taleplerini şekillendirmeye çalışmaktadır.
Üçüncü blok ise ezilenler bloğudur. AKP’yi masaya oturmak zorunda bırakan başka faktörlerle birlikte ama öncelikle bu bloğun başta Kürt halkı olmak üzere ortaya koyduğu direnme iradesidir. Bu momentte Kürt halkının süreci salt AKP ile kendi arasındaki bir müzakere süreci olarak tanımlamayıp tüm ezilenleri sürecin tarafı kılmak yönündeki hamlesi oldukça önemlidir. Düzenlenen konferans bu düşüncenin niyetten gerçeğe dönüşmesinde önemli bir adım olmuştur. Barış sürecinin gerçek bir toplumsal dönüşüme yol açabilmesi ezilenler bloğunun etkin bir güç haline gelebilmesi ile mümkündür. Aksi takdirde AKP son birkaç ayda yaptığı gibi içi boş birtakım düzenlemelerle halkın taleplerini boğmaya çalışacaktır. Ezilenler bloğunun bir arada tutulabilmesi AKP düzeninin mağduru olan tüm kesimlerin koordineli hareketinin sağlanıp sağlanamayacağı sürecin halklarımız açısından kaderini belirleyecektir.
Bu anlamda ezilenler bloğunun bileşenlerinin kafa karışıklıklarına oldukça açık olan şu dönemde aralarındaki ilişkiye çok özenli yaklaşmaları, bloğun birlikteliğini sekteye uğratacak değerlendirme ve dayatmalardan kaçınması anlamlı olacaktır. Özellikle milletvekillerinden gelen kimi açıklamalar bu hassasiyetlere aykırı düşebilmektedir. Örneğin AKP temsilcisinin konferansa gelmesi gerektiği yönündeki değerlendirme yanlış anlamalara oldukça açıktır. Karşımızda talepleri dinleyerek harekete geçecek bir iktidar yok. Barış AKP’ye ancak dayatılabilir. Bunun dışındaki bir anlayış, AKP ile ilişkilerin doğru kodlanamaması ezilenler bloğunun birlikteliğini en fazla riske edecek yanlış olacaktır.
Henüz müzakere mücadele diyalektiğini doğru kurabilecek bir yaklaşım gelişemedi. Bu yaklaşım gelişemeden barışın halkların mücadelesinin ürünü olacağı tespiti havada kalmaya mahkumdur. Bu anlayışın geliştirilemeyişinin en önemli belirtisi son birkaç ayda neredeyse felç olan HDK pratiğidir. Konferansın bu konuda ne kadar aydınlatıcı olduğu belirleyici olacaktır.
Sonuç olarak ortaya çıkan kimi yanlışlardan yola çıkarak tüm süreci değersizleştirme gibi bir lüksümüz olamaz. Bu kendi emeğimize de saygısızlık olur. Ezilenler bloğunun müzakerenin tarafı kılınması yaklaşımı içeriği doğru doldurulabilir ve mücadele/müzakere diyalektiği sağlıklı bir biçimde kurulabilirse önemli bir sıçrama yaratabilir. Konferansta yaşanan heyecan bu yöndeki umutları büyütmüştür ancak zeminin inşası noktasında alınacak daha çok yolumuzun bulunduğu da açıktır.
26.5.2013