Almanya Başbakanı Merkel, Ekim ayında yapılan Alman IG Metall sendikası kongresinde, hükümetin ‘Euro’yu kurtarma’ çalışmalarına sendikaların verdikleri destekten dolayı teşekkür etti. Bu teşekkür sendikaların ekonomik kriz sırasındaki tavrını net bir şekilde ortaya koyuyor. Aynı kongreye katılan Devlet Başkanı Wulff, bu desteğin adını da koyuyor, “ücret artışı isterken ‘anlayışlı’ olmak”.
Bu anlayışın işverenler tarafından nasıl karşılandığı gazete haberlerinde sıkça görülüyor. Kongrenin yapıldığı günlerde Alman ekonomisi, kriz öncesi düzeyine gelmeye başlamıştı. Pek çok tekel yeniden milyarlık kârlarını açıklarken, bir yandan da kaç işçiye daha çıkış vereceklerini de dile getirdiler. Bu açıklamalar karşısında sendikalardan yükselen protestonun seviyesi ise “işçi çıkarmaya son verilsin, eğer işten çıkarılma gerekiyorsa, çalışanlara tazminat ödensin” çerçevesinde kaldı.
Almanya gibi krizin etkilerinin fazla yıkıcı olmadığı ülkelerde sendikalar, krizin tüm yükünü çalışanlara ödetmemek için hükümet ile birlikte birtakım tedbirler arıyorlar. Sermaye de bunlara kısmen de olsa kulak veriyor. Bu hükümetler sendikaların milyarlık kârlardan daha fazla vergi alınması tekliflerini ‘inceliyor’. Sendikalarla ‘ortak çalışmaya’ devam etmek için alınması gereken tedbirleri zamana yayarak da olsa yapıyor.
Yunanistan gibi ülkelerde ise hükümetlerin bu kadar ‘lüksleri’ yok. Bıçak kemiğe dayandığı için ücretlerin düşürülmesinden, çalışma süresinin uzatılmasına kadar akla gelebilecek tüm “tedbirler” bir anda uygulamaya sokulmak isteniyor ve işler çığırından çıkıyor. Kısıntılar gündeme geldiğinde bunları sert bir dille ‘kınayan’ sendikalar, bu noktadan ileri gidemediklerinden işçi sınıfı, “iş başa düştü” diyerek sokaklara dökülüyor. Sendikalar da sokakları dolduran kitleleri ‘kendi başlarına bırakmamak’ için biraz da ‘mecburen’ onların ‘yanında’ yer alıyor.
Portekiz, İspanyol, İtalyan işçileri de ‘genel grevlerle’ benzer tepkiler verdiler. Ama tıpkı Yunanistan’da olduğu gibi ‘parlamentolar’ ‘ekonomik krizi önleme paketlerini’ birbiri ardından kabul ettiler. Daha önceleri örneğin İtalya’da hükümetleri düşüren genel grevler bu kez ‘paketin’ kılına bile dokunamadı. Üstelik genel greve katılımın çok daha yüksek olmasına rağmen.
Sendikalar henüz ‘neden kılına dokunamadık’ sorusunu kendilerine sormuyorlar. Her ne kadar ‘geleneksel mücadele yöntemlerini’ sorgulama gündemde olsa da, soru açıkça sorulmuş değil. Oysa krizin başlangıcında sendikalarda görülen ‘hareketlenme’ sendikaları doğru kanallara çekme ümidini de beraberinde getirmişti. Kısaca geriye bakalım.
Sendikal Arayış
2008 yılına kadar sürekli olarak üye sayısı azalan, bunun sonucu olarak toplum içinde gücünü kaybeden sendikalar, hemen hemen dünyanın her yerinde krizin patlaması ile uzun yıllar sonra yeniden üye sayılarını arttırmaya başladılar. ‘Duvarın yıkılışı’ sırasında üye sayısı 12 milyon civarında olan Almanya’daki sendikalar, 2008 kriz öncesine kadar üyelerinin yarısını kaybettiler. Krizle birlikte adeta sendikalara bir akın başladı. 2008 yılı sonunda Alman Sendikalar Birliği DGB yaptığı açıklamada ‘her gün 1000’den fazla işçi sendikalara üye oluyor’ demişti. Verdi sendikası ise aynı yıl sendikaya üye olanların sayısında %37 artış yaşandığını belirtti. IG Metall, yılsonunda üye aidatlarından elde edilen gelirinin 13 Milyon Euro artarak 443 Milyona çıktığını ilan etti.
Ancak bunu takip eden 2009 yılında durum tekrar tersine döndü. Yıl sonunda açıklanan rakamlara göre tüm sendikaların üye sayısında yeniden %1.7 oranında bir azalma yaşandı. 2010 yılı sonunda ise bu kayıp iki misline kadar çıktı. Ne DGB, ne de sendikalar henüz bu gelişmenin bir analizini yapmış değiller. IG Metall kongresinde öne çıkan üç konu bize belli bir ipucu vermekte.
‘Üyeler için değil üyelerle birlikte sendikal mücadele’ kavramı bunlardan en önemlisi, ama sendika yöneticileri bu karar tasarısı ile neye dikkat çekiyorlar acaba? İkinci konu olarak ‘işyeri komisyonlarının işyerindeki sorunlarla daha fazla ilgilenmesi’ neden bu kongrede gündeme geldi dersiniz? Üçüncü konu olan ‘işyerindeki mühendislerin, teknisyenlerin örgütlenmesi’, neredeyse 40 yıldır işyerinde tüm çalışanları örgütlemeyi hedefleyen sendikalar bu konuyu neden tekrar gündemlerine alma ihtiyacı duydular?
Her üç konu da bize sendikal mücadelenin yeniden işyerine taşınması gerektiğini göstermekte. (Sendikaların İçselleştirilmesi)(1) Ama bu aynı zamanda sendikaların bunu başaramadıklarının da bir itirafı. Asıl sorunsa amaçlanan hedeflere nasıl varılacağı sorusu. Kongre tartışmalarında bunu görmek mümkün değil.
Bir ipucu
Sendikalara üye olanların ve üyelikten ayrılanların kimler olduğu konusunda herhangi bir değerlendirmeye rastlanmıyor. Aktif bir sendikacı olarak belli gözlemlerime dayanarak ufak bir tespiti aktarabilirim. Kriz sırasında sendikalara karşı en büyük ilgi, kalifiye işçiler arasında ortaya çıktı. Ustabaşından mühendisine kadar pek çok çalışan, sendikalara üye oldu. Daha önceleri bu kesimden çalışanlar, daha çok politik görüşlerinden dolayı ve sınırlı olarak sendikalara üye olmaktaydılar.
Bu kez üye olma nedenleri farklı. Artık kendi çıkarlarını korumak için sendika üyeliği gündeme gelmiş bulunuyor. İşyerlerine ve işlerine yönelik tehditleri en iyi onlar görüyorlar. Bu kesimden çalışanlar, kriz nedeniyle kapanma kararı alan işyerlerinde, işyerinin yeni bir düzenleme ile üretime nasıl devam edeceğini tartışmaya açıyorlar. Tartışmalarda adeta bir kalite sıçraması gündeme geliyor. Bu tartışmalarda işyeri hakkında işverenin verdiği kararların nasıl yanlış olduğu gözler önüne seriliyor. Dahası, ‘işveren olmadan üretimi sürdürme imkanı var’ düşünceleri kafalarda belirmeye başlıyordu.
Elbette bunun abartılmaması gerekli ama kriz sırasında işyerlerinde filizlenen bu düşüncelerin varlığı tartışılmaz bir gerçeklik. Sendikalar açısından önemli olan konu, bu eğilimlerin desteklenmesi. Daha doğrusu bu desteğin nasıl olacağı. IG Matell gibi sendikalar, üyeleri ile birlikte mücadele etmek, işyerlerindeki sorunları ciddiye almak istiyorsa, bu ve benzeri filizleri görmek ve gerekeni yapmak zorundaydılar.
Kriz sırasında sendikalar bu tür ‘fırsatları’ değerlendiremediler, her şeyden önce ‘hazırlıksız’ yakalandılar. Daha önemlisi, bu tür adımlar ‘düzenle aralarını açacaktı’ bunu göze alamadılar. İşyerinin ‘kafa emeği’ ile çalışanları, sendikaya doğru attıkları somut adımların karşılığının henüz olmadığını fark ettiler ve geri çekildiler. Üye kayıplarının devamının nedeni bu ve benzeri noktalarda aranmalıdır.
Ama nasıl?
İşçi sınıfında son on yılda yaşanan değişim konusunda tartışmalar sürüyor. Özellikle kafa emeği ile kol emeği arasındaki yakınlaşma, düzene karşı duruş açısından önem kazanmakta. Yüzyıl öncesinin ‘homojen sınıf yapısı’ giderek karmaşık hale geliyor. İşçi sınıfındaki ‘yatay’ ve ‘düşey’ bölünmelerin sendikal örgütlenmeye yansımaları henüz karşılık bulmuş değil. Sendikalar sınıfın yapısındaki değişime denk düşecek örgütlenme modellerini henüz el yordamı ile bulmaya çalışıyorlar.
‘Tek tip sendikacılık’(2) dönemi artık kapanıyor, sendikalar yol ayrımına hızla yaklaşıyor. Sınıf içindeki değişime ayak uyduramama sancısı sendikaları değişik yönlere çekmekte. Kriz sürecinde yukarıda değinilen gelişme, sendikaların doğru kanallara akmakta güçlük çektiğini gösteriyor. Buna rağmen bu değişim zorunlu. Değişimi yapamayan varlıkların doğada olduğu gibi toplumda da yaşama şansları yok.
Ancak eleştiriler sadece sendikalar yöneltilmemeli. Bizzat sınıfın kendisi de eleştiri konusu yapılmalıdır. ‘Kafa işçileri’ sendikalara doğru bir adım attı, doğru ama neden hemen geri çekildi?
“Geri çekilmemesi için ne yapmak lazım?” sorusu bizi kaçınılmaz olarak sınıfın politik örgütlenmesine getirecektir.