“Bindik Bir Alamete, Gidiyoruz Kıyamete”
Mehmet YILMAZER
13 Mart 2009
Demirel başbakanlık yıllarındaki krizli günlerde bu sözü sıkça kullanırdı. Türkiye yerel seçimler öncesi tam da bu havadadır. “Sanayi çöktü!” Bunu “felaket tellalları” değil rakamlar söylüyor. Yüzde 21,3 ile Japonya’dan sonra en büyük düşüş Türkiye sanayinde yaşanıyor. Öte yandan dolar bir türlü uslanmıyor. Merkez bankası piyasalara müdahale etmek zorunda kaldı. Demek ki Türkiye’deki sıcak para sürekli kaçış yolları arıyor. En ilginci Güngör Uras’ın tespitlerine göre İstanbul’a her gün bozdurulmak için Anadolu’dan 1-1.5 ton altın geliyor. İnsanlar geçinemedikleri için birikimlerini eritiyor. Türkiye ekonomik olarak güneşin altındaki kar gibi eriyor. Fakat yerel seçim nutuklarındaki bayağı polemikler bütün bu gerçekleri örtüyor. Nereye kadar? Elbette en fazla Mart sonuna kadar. Mart sonrası kopacak kıyametin bütün alametleri ortada!
Yerel seçim gürültüleri bitince pusudaki sorunlar hızla gündemi kaplayacaktır. Bu sorunları detaylarıyla alt alta sıralamaya gerek yok. İki ana sorun: ekonomi ve dış politika (bölgede Türkiye’nin rolü) adeta birbiriyle yarış edecektir. Ekonomide durum gittikçe tam bir felaket noktasına doğru ilerliyor. Dış politikada ise Türkiye’nin “bölgesel liderliği” tartışılıyor. Hele Obama’nın Türkiye’yi ziyaret edecek olması Ankara’da tam bir şenlik havası yarattı.
Ekonominin içinde: bekletilen IMF anlaşması, dolayısıyla devlet harcamalarına gelecek sınırlamalar, çöken sanayi, artan işsizlik, patlama noktasına gelen kredi kartı borçları var. Dış politikanın içinde: PKK sorunu, Irak Kürt Yönetimi ile ilişkiler ve bölgede ABD’nin sırtında taşınmaz yük haline gelmiş hangi sorunların Türkiye’nin hanesine kaydırılabileceği konuları vardır.
Dünyada yaşanan büyük bunalımın güç dengelerinde ve kapitalizmin işleyişinde önemli değişimlere yol açacağı biliniyor. Elbette bu önemli değişimlerin nasıl, ne zaman ve hangi yönlerde gerçekleşeceğini yaşam gösterecektir. Bu önemli değişimlerden Türkiye’nin de kendi payına düşeni alması kaçınılmazdır. Bu noktadan gittikçe yıkım noktasına varan krize bakarsak bir öngörüde bulunmak çok da zor değildir. 2001 krizi banka sistemini çökertti. Aslında 2001 krizi Türk finans sisteminin neoliberal politikalara gösterdiği direncin kırılması anlamına geliyordu. Sonuçta kriz sonrası banka ve sigorta sisteminin (Türkiye’nin mali sisteminin) yüzde 46’sı yabancı sermayenin eline geçti.
2008 krizi sonrası sanayiden geride ne kalacak? Özelleştirmelerle ne var yok zaten satıldı, krizle birlikte özel sektörün yapısında da değişimler yaşanması kaçınılmaz görünüyor. Erdoğan’ın IMF anlaşmasını ısrarla seçim sonrasına ertelemesi, aslında uzun zamandır TÜSİAD’la yaşanan bilek güreşindeki gerilimi arttırmıştır. Erdoğan’ın bir mitingde söylediği şu sözler tabloyu iyice gözler önüne koyuyor:
“Hiç kimse zor durumda değil kardeşlerim. Gerçekler başka, bakmayın. Bunlar alışmışlar hükümetleri köşeye sıkıştırarak oralardan nemalanmaya. Tabii şimdi diyorlar ki IMF ile anlaşsınlar da bu para gelsin, bankalara servis yapılsın.” Başbakan tümüyle haksız değil. Türkiye finans kapitali her başı sıkıştığında devletin kapısını çalmıştır. Ancak Erdoğan bu tepkiyi verirken “mazlum halktan” mı yanadır? Elbette değil!
Burjuvazi içinde geleneksel finans kapital ile İslami sermaye arasında “krizi fırsata çevirme” yolunda sinsi bir rekabetin ürünüdür bütün olanlar. Bu sinsi rekabet seçim sonrası ister istemez daha açık hale gelecektir. Türkiye’nin mali sistemi büyük ölçüde uluslar arası finans kapitalin denetimine geçmiştir. Sanayi şirketleri aşırı ölçüde uluslar arası bankalara borçludur. Hükümet IMF ile ipleri gererken körfez sermayesine umut bağlamış görünüyor. Fakat bu umutlar boşa düşmeye mahkumdur. Bütün bu biriken hesaplaşmalar seçim sonrası ivme kazanacaktır.
Ekonomisi iyice kırılgan hale gelen Türkiye, Nisan başlarında Obama ile bölge konusunda pazarlıklara başlayacaktır. ABD ile Türkiye ne kadar çok birbirine benziyor! ABD ekonomisi batakta, ancak hala dünyanın en büyük silah gücüne sahiptir. Türkiye ekonomisi de batakta fakat bölgenin en büyük silahlı gücüdür. ABD büyük borçlarla yaşıyor, yani ürettiğinden çok fazla tüketiyor. Türkiye de aynı şekilde borç batağı içinde, yüksek faizle sermaye çekmeye çalışıyor; borç faizi ödemekten soluğu tıkanmak üzere. Tıpkı ABD gibi ürettiğinden çok fazla tüketiyor. Obama ile yapılacak pazarlıklarda “Amerikan çıkarları” açısından önemli olan, bölgede Washington için fazlaca yük olan sorunların Türkiye ile paylaşılmasıdır.
Dünyada güçler dengesi yeniden kurulacak. Bölgemizde de aynı süreç yaşanacak. Hatta Türkiye içinde de sınıfsal güç kaymaları yaşanabilir. Değişime hala “laiklik- İslam” gözlüğünden bakanların olanları iyi okuması mümkün değildir. Fakat öte yandan Abdullah Gül’ün dediği gibi “Obama ile yeni bir çağın başlaması” olasılığı, içinde neyi barındırdığı belli olmayan aşırı iyimserlikten başka bir anlama gelmiyor.
Nisan ayında ABD ile Türkiye’nin bölgedeki rolü üzerine hızlanacak pazarlıklara bir de kapitalizmin bunalımı yönünden bakmak gerekiyor. Yoksa tablo eksik ve yanıltıcı olur. Washington bunalım ortasında sırtında fazlasıyla yük olan bazı konuları Türkiye’ye devretmeye hazırlanıyor. Türk devletini gelecekte büyük bir açmazla karşı karşıya getirecek iki temel konu, Irak’ın iç güvenlik konularına girmek ve Afgan savaşına daha aktif katılmaktır. Ekonomide ve elbette siyaset dengelerinde aşırı kırılgan hale gelmiş olan Türkiye ABD’nin kendini sürükleyeceği “görevlere” ne ölçüde tavır koyabilecektir? Amerika’nın şahinlerinden stratejist Friedman’nın dediği gibi “istemesenizde büyük güç olacaksınız” öngörüsünün bir de öbür yüzü var: “İstemesiniz de bu büyük bataklığa gireceksiniz!”
Kıyamet alametleri bir kıyamet getirecek mi? Göreceğiz!