Bilek Güreşi Şiddetleniyor
Mehmet YILMAZER
30 Haziran 2009
ABD Başkanı Obama Türkiye’yi ziyaret ettiğinde her şey yolunda görünüyordu. Büyük ağabey bir jest olarak ilk ziyaretini Türkiye’ye yapmıştı ve “model ortaklık” önermişti. Ermenistan sorunu yumuşuyordu. Abdullah Gül, Kürt sorununu “birinci sorun” ilan etmiş ve çözüm için koşulların çok uygun olduğunu, devlet içinde bu konuda bir uyum yakalandığını açıklamıştı. Bu bahar havasından sonra, Bakü’nün çıkışlarıyla önce hava bulutlandı, en son “irtica eylem planı” belgesiyle politik hava fırtınalı, gök gürültülü hale geliverdi.
Aslında daha nisan ayında fırtınanın işaretleri belirmişti. Durup dururken F. Gülen Amerika’daki dergâhından tarikatlara yapılacak operasyondan söz etmişti. Genelkurmay başkanı aynı zaman aralığında Harp Akademilerinde yaptığı konuşmada cemaatleri ince bir üslupla uyarmıştı. Aradan üç ay geçmeden “belge” krizi patladı. Başbuğ son basın toplantısında ince uyarılardan çok öteye geçerek “orduya karşı yürütülen asimetrik psikolojik harekâta” “katlanamayacaklarını” ilan etti. Bir de bu ara meclisten askeri mahkemelerin yetkilerini sınırlayan bir “gece yarısı kanunu” geçti. Politik ortam iyice toz duman oldu.
Pembe bulutların hızla simsiyah bulutlar tarafından kovalandığı bu üç ayda neler oldu? Yumuşayan Ermeni sorunu Erdoğan’ın Bakü konuşması ile yeniden tıkandı. Çözüme yaklaşıldığı söylenen Kürt sorununda aslında yeni bir şey olmadığı, Türk devletinin “kişisel haklardan” öteye bir çözüme hazır olmadığı ortaya çıktı. Türkiye’nin AB yolu özellikle Fransa ve Almanya’nın çıkışlarıyla kesin olarak tıkandı. IMF ile pazarlıklar yılan hikâyesine döndü.
Bütün bunlar Obama sonrası dünyada, güç dizilişinin yeniden dizayn edilmeye ve “tünelin sonunda ışık göründü” palavralarıyla bunalımın unutturulmaya çalışıldığı bir dönemde yaşanıyor. Dünyadaki güç dengelerinin ve elbette büyük bunalımdan dolayı dünya ekonomisinin yeniden şekillendiği çok kaygan ve çalkantılı ortamda, Türkiye siyaset sahnesinde zaman zaman “irticaya karşı eylem planı” türünden sis bombalarının patlaması veya patlatılmasının aslında şaşılacak bir yanı yoktur. Son belgenin kaynağını belki de hiç öğrenemeyeceğiz. Ancak oyunu oynayanlar bellidir. Son yıllarda oldukça mevzi kazanan siyasal islam ile mevzi yitiren ordunun bu bilek güreşi derinleşecektir.
Bunun başlıca üç nedeni vardır. İlki, dünya ve bölge güç dengeleri açısından Türk egemenlerinin strateji boşluğudur. Soğuk savaş dengeleri bozulduğundan beri Türkiye stratejik olarak adeta boşluktadır. Özal’ın “Türk dünyasını kurtarma” veya körfez savaşı sırasında “bir koyup üç alma” hayallerinden bugüne kadar gelindi, ancak ortada şekillenmiş bir yöneliş yoktur. Hele Bush döneminin saldırgan politikaları karşısında Türkiye bir köşeye sinmekten başka bir şey yapamamıştır. Hatta bu dönemde kafasına çuval bile geçirilmiştir. Şimdi güç dengeleri yeniden şekillenecek ve bu yeni dünyada artık “süper güç” yoktur. Bu durum Türk egemenlerinin hem iştahını kabartıyor, hem de kendi iç çatışmalarını yükseltiyor. Ancak tüm cumhuriyet dönemi boyunca hiçbir zaman kendine özgü bir stratejiye sahip olmayan Türkiye’nin bunu yaşadığımız günlerde becerebilmesi neredeyse imkânsızdır. Fakat dünyanın ve bölgenin koşulları bunu zorluyor. Ancak bu zorlu değişim, ne ordunun çok dar olan esneme kapasitesi ile ne de Erdoğan’ın Davos’ta “one minute” çıkışıyla olamaz. Bir strateji belirleyebilmek için belli ki çok daha yüksek gerilimlerden geçmek gerektiriyor.
İkinci neden ekonomide strateji yokluğudur. Daha doğrusu dünyada neoliberalizm çöktü ancak AK Parti iktidarı hala o noktada durmaya devam ediyor. Aslında Türkiye finans kapitali bu değişimi algılamamakta direniyor. Tek bildiği IMF ile anlaşmak ve AB’ne yamanmak. Neoliberalizmin üretim temelinden kopuk spekülatif özü, kapitalizmi büyük bir açmazla yüz yüze getirdi. Elbette aynı zamanda köklü bir tercih yapmakla da! İngiltere ve Amerika eski ekonomik düzende ayak direrken, AB kendi çekirdeğini koruma telaşına düştü. Dünya ekonomisinin yeni lokomotifinin esas olarak üretime dayanan BRİC ülkeleri (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin) olacağı söyleniyor. Türkiye ise gününü kurtarmaktan öteye hiç bir adım atmadığı gibi bunalımı yeterince algılamamıştır bile. Özelleştirme ve sıcak dış kaynak akışı ile ekonomiyi yürütmeye çalışıyor. Oysa deniz çoktan bitmiştir. Erdoğan, IMF ile anlaşmayı en son “olmasa da olur”a getirdi. Aynı zamanda Türkiye’ye gayri resmi yollardan para girişi olduğu söylentileri ortalıkta dolaşıyor. Körfez ve tarikat kaynaklı bu sermaye ile nereye kadar gidebilecektir? Siyasal islam cumhuriyet tarihinde yakaladığı en büyük fırsatı büyük bir iştahla değerlendirmek için kanteri içinde çabalıyor. IMF ile anlaşmayı erteleyerek devlet harcamalarında ellerini serbest tutmak istiyor. Servetin yeniden dağılımında musluğun başında mümkün olduğunca uzun kalma gayretiyle özellikle belediyeler aracılığıyla islam sermayesini büyütmek için her türlü pervasızlığı göze alıyor. Öte yandan geleneksel finans kapital ise AB kapısında ağlaşmaktan öteye bir stratejiye zaten sahip değildir. Denizin bittiği noktada servet dağılımı yeniden şekillenmek zorundadır. Bu nasıl ve hangi yollardan olacaktır? Detayları bilemeyiz ancak bu yolda daha çok skandal patlayacaktır.
Üçüncü neden cumhuriyetin sınıfsal yapısıdır. Türk burjuvazisi kendi düzeni kurulurken hiçbir zaman burjuva anlamda “öncü” olmamıştır. Hep devlet vesayetinde palazlanmıştır. Bu konuda bazı değişimler yaşansa da, temelde bir değişim yoktur. İslami sermaye yeni “öncü” bir burjuvazi mi yaratıyor? Yenidir, ancak nitelik olarak eskisinden hiçbir farkı yoktur. O da devlet kaynaklarını kendi kanallarına akıtmaktan öteye bir yeteneğe sahip değildir. Ancak bu topraklarda devletin bir de “esas” sahibi vardır, onun egemenlik alanını köklü bir şekilde daraltmak mümkün değildir. Onun için ikide bir “uzlaşmalar” yapılıyor. Siyasal islam yakaladığı tarihsel fırsatı zorladıkça ve ordu mevzi kaybettikçe uzun zamandan beri fay hatlarında gerilim artmıştır. Bir deprem zamanı yaklaştı. Bu depremle yeni bir güç dizilişi yaratılacak.
Bu çekişmelerden “demokrasi” umanlara bir tek söz: Bütün bu süreçte Kürt sorununa bakın! Burjuvazinin ve topyekûn düzenin demokrasi yeteneği orada görülebilir. Bu “Türkiye’nin birinci sorunu” nasıl çözümlenecektir? Kürt halkının talepleri doğrultusunda mı? Yoksa Kürt halkının iradesi kırılmaya çalışılarak demokrasi makyajlarıyla mı?